BÖLÜM  IX

YÛNUS EMRE VE ESERİ

Sorbon Üniversitesi İslam Tarihi profesörü Claude Cahen, konusunda otorite olarak kabul edildiği <Anadolu’ya Türklerin ilk gelişi> üzerine yazdığı pek çok eserde, Milâdi XI. yy. Anadolu’suna gözatarken:“Türklerin Batı Asya’ya girişi, dünya tarihinde, Müslümanlar için olduğu kadar, Hıristiyanlar için de çok önemli yer tutar” diyerek söze başlar. Sonra “ancak kelimesini ekleyerek konunun derinlemesine araştırılmadığını, İslam tarihçilerinin, Türk tarihini kendi bütünlüğü içinde ele almadıkları ve ayrıca, Osmanlı tarihini inceleyenlerin de Türklerin geçmişine ulaşmaya merak göstermedikleri için, halâ gerçeklere uygun bir Türk tarihinin mevcut bulunmadığını ifade eder.

Bu teşhis doğrudur. Türklerin bildiğimizi zannettiğimiz mazisi, yeterince aydınlatıldığı zaman karşımıza dikilecek gerçek;

<Sanki dünya, sadece Türklerden ibaretmiş, diğer uluslar, kavimler onlardan türemiş kollar, dallar, yapraklardan ötesi değildir.>

Eğer biz vaktinde davranıp bu hakikati göz ardı etmeden yola çıkmakta, araştırmakta, bulmakta gecikirsek, bir gün başkaları bu gerçeği bütün çıplaklığı ve açıklığı ile yakalayacak, ama onu, bir kuşa benzettikten sonra dünyaya sunacaklardır. Yeri değil gibi gözükse de bir fıkracık ile ne demek istediğimi daha açık anlatabileceğim :

Nasreddin Hocamız, leyleği yakalar. Kanatlarını keser, gagasını koparır, bacaklarını kısaltır. Sonra şöyle geriye çekilip bakar: “İşte şimdi bir kuşa benzedin”der.

Türkler, Ortaasya’dan, Batıasya’ya niçin geldiler? Nasıl geldiler? Nerelerden geçip, uğradıkları yerlerde ne kadar kaldılar? Neler yaptılar?

Gelenler, Uğraklarda kalanlar, devam edenler, kimlerdi? Ne oldular?  Ya Doğu Asya’ya, kuzey doğuya  gidenler?

Alaskaya, Amerika kıtasına geçtiler mi? Nerelere kadar inip, hangi medeniyetleri kurdular?

Kuzey ve Güney Amerikadaki ve Amerika Birleşik devletlerindeki gerçek Amerikan yerlisi olan Türklerin mazisi, ne kadar araştırılmıştır? Kızılderililerle Türklerin akrabalık bağları hangi boyuttadır?

İnelim Doğuasya’ya. Çinde Türk Hanedanını kuran, Cengiz Hanın Torunu Kubilay Handan önce Türk-Çin ilişkileri nereye kadar gider? Şu anda, Türklerin koyduğu ad ile “Hanbalık,, yani Pekin’in civarında, 50 kilometre mesafedeki beş Türk köyünde yaşayan yetmiş bin Karamanlının, dillerini, örf ve adetlerini, 1259 dan bu yana hiç değiştirmeden koruyabilmelerinin sırrı nedir? (Profesör Azurovun, Karaman Akman, Salar, Salur boyları diye zarif ettiği Karamanlılar arasında üç ay kalarak yaptığı araştırmalar üzerinde bana aktardığı bilgiler ve yaptığımız iki saatlik açık oturum  belgelerini daha sonra   yayınlayacağım. TRT ve üç yerel Karaman Televizyonu bu açık oturumu görüntülediler.)

Sorularýmýza devam edelim:

Türklerin, insanýn yaratýlýþýndan sonraki, hayatý (kitabýmýzýn Türkler bölümü) üzerindeki çalýþmalar, yabancýlarýn býraktýklarý yerde bizi beklemektedir. Dünya medeniyetinin oluþmasýnda büyük rol oynadýðý batýlýlarca da doðrulanan Türklerle, Amerika’nýn Atalarý olarak kabul edilen Kýzýlderili yerliler arasýndaki baðý ortaya koymak için, Kentucy üniversitesinden Profosör Tom Dillehay, Dallas Southerm Medhodist Üniversitesinden Profesör David Metzne’nin araþtýrmalarý enterasan boyutlara ulaþmýþtýr. Atlanta Emory Üniversitesinden Prof. Theodore Schurr, Smithsonion Enstitüsünden Douglas Owsley ve ayrýca Dr. James Chatters’in kemikler üzerindeki çalýþmalarý, onüç bin ile Yirmi bin yýl ilerisine kadar götürülmüþtür. DNA çalýþmalarý ise, Türklerdeki (x) genlerinin, Kýzýlderililerde bulunmasýyla yeni boyutlarý gündeme getirmiþtir.

Dr. Razi Maner’in çevirisiyle, “Batı Gözüyle Türk Tarihi” isimli Richard Peters’in eseri, 1959’da Amerikada ve 1961, 1966 yıllarında da iki defa Almanya da yayınlanmış olup açık görüşlere ve isabetli teşhislere yer veren bir tarih kitabıdır.

Türklerin iç Asya’dan gelişlerini hep aynı kalıplar içinde anlatan Avrupalı tarihçiler için : “sözleşmeli ve yıpranmış Avrupa tarih yazarları” tanımlamasını kullanır. Bu tarif bizim, Osmanlı tarihçilerimiz için de çok isabetli ve değerli bir anlatımdır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan bugüne seksen yıl geçti. Nerede ise bir asra çeyrek kaldı. Üniversitelerimizdeki çok kıymetli hocalarımız alınmasınlar, ama elimizdeki tarih kitapları halâ yeterince bilimsel, yeterince araştırma ürünü, yeterince belgesel değildir. Bırakın yirmi bin yıl öncesini, bin yıl ötedekileri bile bulamıyoruz. Değerli tarih hocalarıma ve tarihçilerimize taanda bulunma niyetinde değilim. Ama kendi geçmişimi, yabancılardan aldığım taraflı bilgilerle değerlendirmek kanıma dokunuyor. Her türlü kaynaktan yararlanalım. İki satırlık bir mektuba, not’a, hatıraya veya hangi dilden, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun, uzaktan yakından, lehimizde veya aleyhimizde, yerli, yabancı eser ve belgelere dayanarak bizi aydınlatacak dökümanlar elden geçirilerek, kritikleri Türk tarihçileri tarafından yapılıp, kalıcı değerler olarak yayınlansın.

Farklı dillerde, farklı uluslardan, İngiliz, Alman, Amerikan, Rus, Arap, İranlı, Yunan, Suriye, Ermeni, Gürcü, Lätin, Osmanlı kaynaklarına dayanarak binden fazla tarihi eser ismini verebilirim. Ancak bu, kitabı okumayı güçleştirmekten başka sonuç vermez.

 Türk tarihçileri, arzu ederlerse bu kaynakları temin edip dilimize çevirerek bir kültür çıkartması yapabilirler. Daha kestirmeden yol almak isteyenlere bir mehaz göstereceğim. Çok büyük ebatta onbirbin sayfayı bulan “Karaman eyaleti, kadı sicillerini” elden geçirip değerlendirsinler. Çok değil, on yıl içerisinde elli tarih profesörümüz, genç yaşta, yalnızca bu araştırmaları tamamlamak suretiyle ordinaryüslük payesine erişebilirler. Yazı şekli, her asırda az çok değişen, Arap harfleri el yazmasıdır. Dil Türkçe ve Osmanlıcadır. Dörtyüz yıllık bir devri kapsamaktadır. 26x36 boyutlarında onbirbin sayfa, dev boyutta 40 cilt fotokopiyi beş yıl önce Karaman Valiliğine teslim ettim. İncelenmeyi bekliyor. Sadece bu sicillerle iş bitmeyeceği aşikârdır, örnek olsun diye açıkladım.

Türkler ve Türk tarihi konusu üzerine sorular sorarak, varmak istediğim bir noktaya tekrar dönüyorum. Tarihimiz gerçek manada didiklenip ta başlangıcından günümüze, taranıp geldiği zaman, dünya medeniyeti için dikilmiş bu binanın, kurulmuş bu düzenin temelinde arayın Türkleri... Sonra detaylara geçin, hedefe varmanız kolaylaşacaktır.

Yetersiz bilgime, yetersiz gücüme, yetersiz zamanıma ve çalışmalarıma rağmen, yoluma devam edip bir noktaya erişebilirsem, haklılığım da kanıtlanmış olacaktır.

Bakış açımı bu yönde ayarladım.

“Yûnus Emre’de de aynı düzen üzere, yaratılıştan başlayıp, bozulan ve fetret dönemine giren insanlığa kurtarıcı olarak İslamiyetin gönderilişini; inanç yönünden Türklerin, sahip bulundukları avantajları kullanarak İslamiyeti “kavim dininden” çok ötelere kadar götürüp “Cihan dini” yapmalarındaki rollerine, önceki bölümlerde, kısaca değindim.

Yukarıda da temenni ettiğim gibi, Türk Tarihçileri, olaylara çok yaklaşıp Türklerin kökenini, Ortaasyadan dört cihete yayılmalarını özenle araştırmalı, bulguları, diğer pek çok kaynakla doğruluklarını pekiştirerek, kesinleştirmelidirler.

Çabuk davranmada yarar vardır. Çevremizde hızla yaratılmaya çalışılan Türk düşmanlığının gerisinde, sistemli ve önceden programlanmış bir gayretin bulunduğu, bu düzene büyük paralar harcandığı, göz ardı edilmemelidir.

Korkulması gereken önemli bir olgu, bu şen’i çabaların sonunda, tarih tamamen değiştirilerek veya unutturularak Türkü, Türkle karşı karşıya koyup birbirlerini kırdırma projesinde, Türk düşmanlarının başarı sağlama ihtimalidir.

Anadolu’nun Türkleşmesi, Türklerin yerleşmeye başladığı yıllara dönüyorum.

 XI yy.dan itibaren başlayan Anadoluya göç XIII. yy ortalarına kadar sürdü.

Karamanlılar da diğer Türk boyları gibi, göçe neden olan Moğol baskılarıyla Anayurtlarını terkederler. Çok önceleri, şimdiki İran’ın kuzey doğusundaki Şirvan çevrelerinden Azerbaycan’a kadar uzanan bölgede, Elburz dağları civarında, Hazar Denizinin güneyindeki, “cennetten köşe” olarak vasıflanan tabi’i güzelliklere sahip bir bölgeye yerleşirler. Bir buçuk asra yaklaşan sürede, bir taraftan davarcılığın gereği, yaz aylarında Doğu Anadolu yaylalarına çıkar, zaman zaman Sivas ve Kayseri dolaylarına, hatta Hasan dağlarına kadar iner, Kış boyunca Elburz çevresine tekrar dönerler.

Bugün Türkiyede bir kısmı, uyduruk isimlerle değiştirilmiş, köy, ocak, bucak adlarının, gerçek ve eski şekliyle aynen : Karamanlıların dokuz asır önce kaldıkları yerlerde halen çağrıldığını görmekteyiz. Salur, Salarlı, Beydili, Aşıran, Karamanlı, Karamanlar, Çiğil. Afşar, Cerid, Beğdik, Afkan, Karaca, Çepni, Çetmi ve daha niceleri.

Çünkü bu isimlerin çoğu eski cemaat, aşiret, boy ve aile adlarıdır. Anayurtta da , bir buçuk asır kaldıkları Arayurtta da ve ebediyyen yaşayacakları Anadoluda da oturdukları, yurtlandıkları ocaklara ayni isimleri takmalara olağandır.

O yıllarda Bizans yönetiminde bulunan Anadolu, Karamanlılar için meçhul bir diyar değildir. Sadece Karamanoğulları yönünden düşünmeyelim, diğer Türk boyları da Anadoluyu, karış karış değilse bile, gelip geçerken görmüş, öğrenmiş tanımışlardı. Ta... Sekizinci, dokuzuncu yüzyıllarda, atları üzerinde uçarcasına giderken, bir görünüp bir kaybolan uzun saçlı Türk akıncılarının Ege denizi kıyılarında yaptıkları baskınlardan sözeden belgeler mevcuttur.

Yaratan izin verirse, hazırlamakta bulunduğum Karamanoğulları tarihinde, on asır önceki Anadoluyu, gün ışığına çıkmamış yeni kaynaklara da dayanarak, pek çok yönüyle önünüze sermeye çalışacağım.

Anayurttan başlayan ilk göçler ve Arayurtta geçilen bir asırdan hayli uzun süre içinde, daha çok konar göçer şekilde kendilerine yurt aramayı devam ettiren Karamanoğullarının, Lârende çevresini nasıl bulup 1200 lü yılların başında yerleşik düzene geçişlerini “Üç Karamanlı” serimizin birinci kitabı “Karamanoğlu Mehmetbey” de  anlattık.(sa:71-76)

Sonraki yıllarda Karamanoğullarının yeni yurtlarına yerleşmesiyle, daha arkada bulunan pek çok aşiret, cemaat boy ve ailenin, zaman zaman Anadoluya gelip onları buldukları ve gösterilen yerlere konduklarını yine aynı kitabımızda sergilemiştik.

Karamanoğullarına gelen akrabalar arasında :

Yûnus Emrenin dedeleri, İsmail Hacı cemaati, Baba İlyasın dedeleri ve babası Şeyh Ali Efendi, Tapduk Emrenin şeyhi Sinan Hoca ailesi, Mansur dedenin Mesci babanın ve Mevlana Celaleddin’in baba ve aileleri, Şeyh Aliyyi Semerkandi ailesi ve babası Şeyh Şirvani hazretleri, Molla Fenari ve Emir Sultanın aileleri, Anayurttan  göç ettikten sonra, Mekkeye uğrayıp Hac vazifesini yerine getirerek Karamana yerleşmiş olmalarının nedenini anlattık ve “Karamanoğlu Mehmetbey” adı verilen kitapta, Mehmet beyin dedesi ve beyliğin kurucusu Nure Sofudan da hayli söz ettik.

Burada, ana konumuz olan Yûnus Emre ailesi ile Karamanoğulları arasındaki akrabalığı belgeleyen bir tezkereden birkaç satır aktaracağım :

Derviş Keşfî tezkeresinde :

“Yûnus’un ecdadı, Sipas canibine geçip bir hayli zaman badinde, Yûnusun altıncı ceddi olan İshak, Nure Sofi ile Lârendeye, I.Melikşaha (1107-1116) gelip Akçaşarda (Ağdişar, Akçaşehir) temekkün eyleyip ba’de zaman Yûnus, Larende de doğup genç iken nefret-i dünya olmağın, Üzlet eyleyip aşkı hüda ile me’luf idi.”

“Sene selase settin sitte miete’de (H:663- M : 1264) Konya ya gelip Hazreti Pir Mevlana Celaleddin Rumi’ye mülaki oldukta, Hazreti Pir kendüye azim riayetle hürmet eyleyüb...”

Yûnus Emrenin yeri-yurdu, evi, malı-mülkü, camisi, dergahı, hankâhı, mezarı hakkında, 1961 den beri yayınladığım makalelerden sadece birini buraya alarak konuya başlayacağım :

Yûnus Emre Milâdî 1239-1321 yılları arasında yaşamış, büyük mutasavvıf, din alimi, düşünür yüce zattır. Uzun yıllar boyunca onun hayat hikayesi hakkında belgelere dayalı, ciddi kesin ve doğru bilgiler ortaya konmamış, menkıbelere dayandırılan anlatımlar da hiç bir zaman inandırıcı olmamıştır.

Dili dönmediği için, okuyup yazmayı öğrenemediği iddiası yanlış yorumdan kaynaklanır. Yûnus’un ümmiliğini, “saliklerin, zahiren alim olsa bile batında ümmi olmaları” gereğinde aramak lazımdır. Bunu iyice anlıyabilmek, tasavvuf hakkında birşeyler bilmeyi gerektirir.

Kıtlık yılında Hacı Bektaştan buğday istemeye gitmesi, verilecek himmeti geri çevirmesi, Taptuğa kırk yıl odun, hem de dosdoğru odunlar taşıması, dergahı terkettikten sonra geri dönerek eşiğe yatıp, “Bizim Yûnus mu” dedirtmek için Anabacıdan destek talebetmesi ve daha nice masalımsı anlatımlar ciddiyetten uzak, Firdevsice tekrarlanmış laf kalabalığıdır.

Kökleri, İslâmiyet öncesi inanışlarla karışan, insanoğlunun doğa üstü olaylara gösterdiği zaaf, korku ve merakla birleşen hayallerinin ifadeleşmesinden menşe alan bu efsaneler, hiçbir zaman inandırıcı olamaz. Benzer hatta tümüyle ayni olan menkabelerden çoğu, Yûnus Emreden önceleri, Arslan Babadan tutun, Ahmet Yeseviye, onun halifelerine, halk kahramanlarına yakıştırılıp anlatılagelmiştir. Bu menkıbeleri gerçek gibi ele alıp, akademik kürsülerde, öğretici eserlerde, konferanslarda, radyo ve televizyonda tekrar edip durmak, okuyucu ve dinleyici ile alay etmek anlamına gelir. Yirminci asrın son yıllarından, yirmibirinci yy.ı yaşamaya hazırlanan toplumlara verilecek mesajlarda (Gerçek ) damgası bulunması zorunludur. Tıpkı, insanoğlunun yiyeceğinde, giyeceğinde kullanacağı eşyada TSE damgası veya standardizasyon araması gibi.

Ne var ki, halk hayalinin ortaya çıkardığı bu tür söylenti ve hikayeler, aslında konu edilen kişilerin manevi derecelerini birkat daha artırmak amacı taşıdıkları için değerli görülebilir.

Yûnus Emre bir dâhidir.

Bu deha Türk düşüncesinin, İslami inanışın eseridir.

Türk milletindeki insan sevgisinin, Yûnus Emrenin dizeleri ile böylesine cana yakın, böylesine etkili şekilde sembolleşmiş anlatımı hakkında, söylenecek hiçbir övgü yeterli olamaz.

Onun değeri, sağlığındayken de anlaşılmış, bunu ifade eden büyük insanlar gözlenmiştir. Sadece bir tekinden bahsetmek bile yeter fikir verir.

Hz. Mevlâna (1207-1273) kendisinden 32 yaş küçük olan Yûnus Emre’ye (1239-1321) büyük saygı gösterir. Çevresinde, bu saygıyı yadırgayanlara, büyük düşünür Hazreti Mevlana’nın verdiği cevabı, Celveti Şeyhi Bursalı Muhyiddin Üftade şöyle naklediyor :

“Meratibi maneviyyeden herhangisine terakki eyledim ise şu Türkmen Kocası Yûnus önüme çıktı.”

Sözlerimin burasında, zihinleri saran bir soruya cevap bulmak amacıyla birkaç noktaya parmak basmak gereğini duyduğumu belirtmek isterim.

İlerde veya geride yaşıtları sayılabilecek Necmeddini Kübra, Sultanül Ulema Bahaüddini Veled, Evhaüddin Kirmanî, Burhanüddin Muhakkıkî Tirmizî, Muhyiddinî Arabî, Necmüddinî Razî, Mevlâna Celaleddin Rumî, Sultan Veled gibi sayılı mutasavvıflardan, Hacı Bektaşı Veliden, Hacı Bayramı Veliden, Aşık Paşadan, Kaygusuzdan çok ilerde mertebeye erişmiş bulunan Yûnus Emre hakkında, niçin onların ki kadar bilgiye sahip değiliz?

Bu büyük Türk evliyası konusundaki bilgi noksanımızı, daha da şümullendirerek, Sorbon Üniversitesi İslam Tarihi Profesörü Claude Cahen’in düşüncelerini de gözardı etmeden, birkaç sebepte toplayacağım.

Birinci önemli neden:

Çoğu topluluklar geçmişlerini yazmak, araştırmak zahmetine katlanmayı gereksiz görmüştür. Hele Türkler için, at üstünde doğup at üstünde yaşadıktan sonra at üstünde ölen millet şeklinde, gerçeğe yaklaşan tanımı kabullenirsek, onların edimlerini belgelemeye fırsat bulamamalarını olağan saymak zorunda kalırız.

İkinci önemli neden:

Her ulus için, harpler, tabiat olayları, salgın hastalıklar gibi tarihî felâketler, eğer varsa, yazılı belgelerin de kaybına yol açmıştır.

Yûnus Emre konusunda da yeterli belge bulunmayışının üçüncü önemli nedeni:

Prof. Claude Cahenin tarihsel felâket olarak isimlendirdiği manada Karaman’ın tümüyle yakılıp yıkılıp yok edilmesi olayından kaynaklanır.

                 Yûnus Emre’nin yaşadığı dönemin toplum yapısı büyük önem taşır. Belirgin iki sınıf vardır. Ülkenin mutlak sahibi durumundaki Saray ile saraya yakın olanlar, yöneticiler, ulema, medrese erbabı, ağalar, paşalar, zenginler ki bunlara şimdi batıda Aristokrat diyorlar. O devirde bu sınıf, edebiyatta, tarihte, felsefede, iletişimde, yargı ve kararlarda arabça, farsça yazar, Türkçe kullanmayı, halk dilini, halk gibi giyinmeyi, halk gibi görünmeyi, halk gibi düşünmeyi, kısacası halk gibi olmayı zül addeder, aşağılanma sayardı.

Diğer sınıf ise, milleti teşkil eden büyük kitle, halk yani avam idi. Yûnus Emre halkın içinden çıkmış, Türkçe konuşan, milli vezni kullanan büyük bir düşünür, mutasavvıf, büyük bir şâirdir. Büyüklüğüne rağmen, ilk edebiyat tarihçileri diyebileceğimiz, şuara tezkiresi sahipleri, hece vezniyle yazmış bulunduğu için, Yûnus Emrenin şiirlerini hakiki şiir saymıyarak, ondan bahsetmekten ısrarla kaçınmışladır.

Karaman şehri kuruluşundan günümüze bir düzineyi çok aşkın sayıda yerle yeksan edilmiştir. Gedik Ahmet ve Rum Mehmet gibi dönme paşaların Fatih Sultan Mehmede: “ Taş üstünde taş, omuz üstünde baş komadık” sözleriyle muştuladıkları, yokediliş, Yûnus Emre’nin ölümünden 150 sene sonraya rastlar.

“Sultan Mehmed gazab idüp, Gedik Ahmet Paşayı gönderdi. Gelüp Lârendeyi ateşe urub yakub, yıkub harab eyledi. 117 mahalle, 4 Selâtin Cami, 307 vakit mescidi, 29 hamam, 4 medrese, 7 hanikâh cümle harab idüp, koyun ve kuzu sürer gibi oğlan, uşağın önüne bırakub, şeyh, ulema ve fukara feryad iderken yirmi, otuz bin adem Karadağ dibine cem idüp kendüsi gözlerine karşu, ol ve Camii Hasan Basri’yi, Camii Karamanı ve cümle şehri yere beraber idüp” diye anlatır Şikarî tarihi.

Hacı Bayramı Velinin halifesi, Baba Yusûfî Hakikî, bizzat yaşayıp gördüğü bu felâketi, Hakikatnamesinde kahır gözyaşları dökerek uzun uzun anlatır. Yerle yeksan edilen bir memlekette, Yûnus Emre’nin divanı, yazıları kitap, cönk veya sair eserinin yok olmaktan kurtulması düşünülemez.

Önemsiz gözükse de bir dördüncü nedenden sözedeceğim:

Cumhuriyetimizin kuruluş yılları ardından yeni alfabenin kabul edilmesiyle, eski yazı tabir olunan arap harflerinin bırakılması, bir kısım yöneticiler tarafından, katı kurallar varmışçasına, korku ve ürkü saçarak uygulandığı için halk arasında panik yaratılmıştır. Çok değerli el yazması veya basılı eser yakılmış, yırtılıp yok edilmiş, duvar kovuklarına, hatta mezarlara gömülmüştür. Gözü açık, akıllı bazı kimseler, bedâva veya yok pahasına eski yazılı belgeleri, kitapları toplayıp birazının katliamdan kurtulmasına önayak olmuşlardır.

Saya geldiğimiz bütün yokluklara ve zorluklara rağmen biz, her cümlesi, hatta her kelimesi vesikalara, tarihî belgelere dayanan doğru, kısa, kesin bilgiler sunarak, Yûnus Emrenin bugüne kadar tam anlatılmayan yanını, yönünü, yurdunu, yuvasını, ailesini, anasını atasını, günümüze kadar yaşayıp gelmiş  bulunan evlâtlarını, torunlarını, dünyaca kutlanan sevgi yılının aydınlığında gözler önüne sermeye çalıştık.

* * *

Yûnus Emrenin ataları Türkistanda yaşamış Oğuz Türklerindendir.

X. Yüzyılda İslâmiyet’i kabul ettikten sonra ilimde, ticarette, sanatta ve kültürdeki hızlı gelişmeler; Doğudan gelen Çin ve Moğol baskıları, onları yurt ve yuvalarını  terke zorladı.

İlki 840, ikincisi 920 yıllarına rastlayan toplu göçler yanında, aile, boy, cemaat, kabile, şeyh-mürit şeklindeki küçük grupların da XI. ve XII.yy.lara kadar, çok sayıda, batıya yöneldiklerini görmekteyiz.

Çoğu Maveraünnehirden, Balkıştan, Aralın kuzeyinden ve doğusunda, Harezm, Horasan, Azarbeycan ve Errandan kopup geliyordu. Özellikle küçük topluluklar şeklinde yola çıkan bu Türkmenler, uğradıkları memleketlere istilacı gibi değil, dura konaklıya, malları, yükleri, denkleri, kederleri ve sevinçleri ile yaylağa çıkarcasına veya kışlağa dönercesine ağır, sakin, gönül kapılarını daima açık bulundurarak süzülüp ilerliyorlardı. Ayrılıp geldikleri Anavatanda alıştıkları toprağı, suyu, iklimi anımsatan bölgeler arıyorlar, şehirlere yakın, savunması kolay benzer yerler bulunca da oralara yerleşmeye başlıyorlardı. Göçebeliği devam ettirmek isteyenler, beraber geldikleri aşiret cemaat veya boylarının bulundukları yerlerden fazla uzaklaşmadan yaşamlarını sürdürüyorlardı.

O yıllarda Darül-cihat sayılan Lârende ve civarı havası, suyu, dağları, ormanları, toprağı, mer’a ve çayırları, ekenek arazileri ve bütün ekolojik şartları ile doğudaki Türk illerinden gelenleri cezbederek yerleşmelerine sebep, oluyordu. Bu ailelerin isimleri aymakla bitmez.  İsmail hacı Cemaati, Mevlânanın babası, Saultanül Ulema, ketencibaba Mansurdede, Mesci Baba, Şeyh Aliyyi Semerkândi, Molla Fenarinin dedeleri, Tapduk Emre’nin mürşidi Şeyh Sinan efendi, Ahmet Yesevi halifeleri ve daha niceleri, yüzyılı aşkın zaman dilimi içinde Lârende ve çevresine gelip yerleştiler.

Bunlar arasında Yûnus Emrenin büyük dedesi İsmail Hacı cemaatinin önemli yeri vardır.

Karamanoğullarının Oğuz Hanı olan Ağa ini Handan başlayan aile şecereleri içerisinde Kalhân, Şirvan Han, Gelencan Han, Alpaslan Han, İbrahim bey, Sadeddin ve kardeşi İmameddin beyi takiben, çok iyi tanıdığımız Nure Sofuyla uzanan kütükte İsmail Hacıdan başka, Baba İshâkın, Mehdi Kuli Sultanın, Sevindir Bey, Keçel Avşar Bey, Haydar Kuli Sultan, Abdüfeth Sultan, Hasan bey, Seyit Avşar bey, Rüstem, Muhammed ve Şahverdi Sultan, Ali, Ahmet ve Hüsrev Sultan gibi Avşar şeflerinin isimlerine rastlanır. Böylece Yûnus Emrenin dedeleri, Karamanoğulları ile kavim ve ya cemaat yakınlığından ötede hısımlık, sıhriyet bağları ile irtibattadır.

İsmail Hacı topluluğu Lârende yakınında şimdiki adıyla (Aşıklar öreni) nam mahalde yurd  edindiler. Burası Karamanın 28 kilometre doğusunda, İbrala kasabası hudutları içerisinde dar bir vadi ve çevresini saran tepeler, doğusu ve güneyi meşe ormanları ile kaplı, batısı İbrala deresi ve vadisi, daha batısında Lârende şehri, kuzeyinde uçsuz bucaksız topraklar, araziler, meralar, suvatlar, ekenekler uzayıp giderdi.

İsmail Hacı, dervişleri, ailesi ve Cemaati ile Horasandan gelip buraya yerleştikten sonra bir zaviye kurdu. Diğer Cemaat ve boylardan bazı aileler yazlığa, bazıları kışlığa veya tüm mevsimler oturmaya geldiler. Kuştemur Cemaatinden Esat oğlanları, Sülemiş Cemaatinden Karaturgut ve Selmanın aynı köye yerleştiklerini görüyoruz. Gittikçe büyüyen yerleşim yeri, önceleri İsmail Hacı köyü, daha sonra Karye-i Hacı İsmail adını almıştır.

İsmail Hacının oğlu Musa Paşa, Karye-i Hacı İsmailin çevresini daha da genişletti. Musa Paşanın oğulları, daha sonra torunu Yûnus Emre yeni zaviyeler yaptılar, yeni araziler satın aldılar. Karye-i Hacı İsmail adı Karye-i Yûnus Emre diye anılmaya başladı. Yûnus Emre Karamanoğlu İbrahim beyden (1318-1333), sulak, otlak, ekenek YERCE nam, çok geniş bir arazi satın aldı. Burası için İbrahim Beyin Kazaskerinden de, bütün aile mülkleri için, mal kağıtları, hücceti kasıralar almak suretiyle yerini yurdunu, malını mülkünü evini barkını asırlar boyu değiştirilemiyecek sağlam kayıtlara geçirmiş oldu. Karye-i Yûnus Emre’den YERCE nam topraklara kadar uzanan saha, yüzbin hektarı yani bir milyon dönümü aşar. Üstelik büyük bölümü sulanabilir. İbrala barajı gerçekleşirse, burası sadece Türkiye’yi değil, açlık çeken ülkeleri doyuracak kadar buğday verir.

Yûnus Emre’nin Hacı Bektaş kapusundan buğday istemesini bu açıdan değerlendirirseniz, anlatılan masala hiç inanasınız gelmez.

İlk Bektaşi Velayetnamesi 1440 yılında yazıldı. Bektaşilik, Balum Sultan tarafından 1500 yılları civarında kurumlaştırıldı. Horasanlı Seyit İbrahimin oğlu Hacı Bektaşi Veli, Nişaburda doğdu. Doğumunu 1210 yılları olarak gösterenler var. Velâyetnameye göre Şeyh Lokman Perendiden Tasavvuf dersi aldı. Henüz 22 yaşında iken Hacca gittiği, oradan 24 yaşlarında Anadoluya geldiği, Seyitgazi, Kayseri ve çevresinde 14 sene bağımsız bir derviş havasında, biraz Kalenderî, biraz Haydarî etrafı kolaçan ettiği anlatılır. Hatta Baba İshâk’a müritlik ettiği de söylenir.

Larousse II. Cilt sa : 250 de) :

Bektaş Veli, Hacı Bektaş Veli hakkında şu bilgiler vardır :

Baba İshakın halifelerindendir. Hayatını anlatan kaynaklar:

Eflaki’nin Menakıbü’l-Ârifin,

Aşık Paşazade tarihi,

Bektaşi Velayetnameleri’ne gelince:

Bunlardan müşterek bir biyografi derlemek zordur. Ansiklopedik bilgilere göre Horasandan Sivas’a geldi.

Amasya’ya giderek Baba İshâka Halife oldu. Sivas Kırşehir ve Kayseride kaldı. Suluca Karahöyüğe yerleşti (Hacı Bektaş’a).

Bacıyan-Ý Rum (Anadoludaki Dini-Askeri) teşkilatından Hatun Anayı evlat edindi. Bektaşın kardeşi Menteş, Baba İshâk ayaklanmasında Sivas’ta öldürüldü. Bir kısım Baba’lar kılıçtan geçirildi.

Bu olayları takiben, Vefaiye tarikatına bağlı Babaî halifesi Bektaş, Şi’i ve batini zümreleri etrafında topladı. Kendisine müridleri : “Kalenderler pîri, abdallar serveri” ünvanını verdiler.

Daha da sonra etrafında yer alan Kâlenderî, Haydarî, Abdal, Şemsî, Edhemî, Câmî, Celâlî ve diğer şii-Bâtınî zümreleri içine toplayan tarikata Bektaşilik adı verildi.

Bu sıralarda Osmanlı Beyliğinin ortaya çıktığı, Orhan Gazi zamanında (1326-1359) Hacı Bektaş’ın Yeniçeri Ocağına dua ettiği, bu yüzden de yeniçerilerin piri sayıldığı söylenir.

Yeniçerilerde, başa giydikleri börk’ün arkaya doğru sarkan kısmının Hacı Bektaşın hatırası için olduğuna da inanılır.

Bunlar daha çok söylentilere dayanmaktadır. Zira Osmanlılarda I. Murad (1360-1389)’dan önce düzenli bir ordu ve devamlı silah altında tutulan askerlik hizmeti yoktu. Sefer zamanı eli silah tutan herkes, askeri yükümlülük altında bulunurdu. Bir kısım gaziler askerliği meslek edinmişlerse de bunlar muntazam bir teşkilata bağlı değildiler. Ancak 1362 yılı başlarında teşkilatlanmaya gidildiği kabul edilirse, 1271 tarihinde öldüğü belirtilen Hacı Bektaşı Veli’nin Yeniçeri Ocağını kutsadığı iddiası gerçek olamaz. Edirnenin fethinden (1362) sonra Haçlı ordusunun, Lala Şahin Paşanın, Hacı İlbeyi kumandasındaki keşif görevli Akıncıları tarafından, Edirne’nin 25 km. batısında Meriç kıyısında büyük bozguna uğratılmasından, 1363 te Sırpsındığı zaferinden sonra, yani 1364 yılı başlangıcında, yeniçeri ocağının kurulduğu söylenebilir. Bu tarih, Hacı Bektkaşı Veli’nin ölümünden 90 sene gibi Bektaşiliğin  daha ortada adıda yoktur.

Bektaşilik, Hacı Bektaş’ın vakti ile Bacıyan-ı Rum Teşkilatından evlât edindiği <Hatun Ana-Kadıncık Ana-Fatma-Nuriye>’nin torununun, torunlarından Balım Sultan tarafından kurulmuştur ki Balım Sultan, Mürsel Baba’nın oğludur. Bektaşı rivayetlerine göre Mürsel Baba 90 yaşında Bulgaristan’a giderek bir Bulgar kızı ile evlenir. Bu birleşmeden, bu evlilikten Balım Sultan doğar. Gençliğinde, Dimetoka Seyyidali Sultan tekkesinde postnişlik etmiştir. Bu tekke bir Mevlevî Tekkesidir. Ve Balım Sultan da Mevlevî tarikatındandır. Sultan Bayezid (1481-1512) Han, Balım Sultan’ı 1501 tarihinde Dimetoka’dan Suluca Karahöyüğe yani şimdi ki Hacı Bektaş’a gönderdir ve Balım, burada Bektâşilik Tarikatının esaslarını ortaya koyar.

Böylece Bektâşilik: Erkânı, iç teşkilatı, kuralları, ayinler ile hüviyet kazanmış oldu. Balım Sultan ve Hızır Sultan adları ile anılan Balım Sultan’ın ölüm tarihi 1516 yılıdır. Ve Bektaşilik tarikatı 1501 den sonra 1516 arasında, yani Balım Sultan’ın Dimetokadan Sulucakarahöyüğe geliş tarihi 1501 den sonra  teşkilâtlanıp hüviyet kazandığına göre, 1363 Sırpsındığı zaferi zamanında da, 1500 senesinden önce de Hacı Bektaşi Velinin veya bir başka kişinin, Yeniçerilerin kuruluşunu kutsaması, kabule şayan gözükmese gerekir.

Ancak, Balım Sultanın Organizasyonu ile Tarikat hüviyetini kazanan Bektaşiliğin ve bu tarikatın en etkili organı şeklindeki velâyetnamelerin  geçmişteki bir çok olaylara ve sevilen pek çok Anadolu erenlerine, (Yûnus Emrede olduğu gibi) büyük zatlara, velilere sahiplenmesi sonucu, hem kendisine saygı kazandırmış hem de o zatların daha çok bilinmesine sevilip sayılmasına, unutulmamasına yardımcı olmuştur. Bu yönden değerleri asla inkâr edilemeyecek olan Velâyetnameleri tarihi belge gibi kullanıp, hüküm çıkarmak, bunların üzerine tarihi olayları oluşturmak, gerçekçilikle bağdaşmaz.

Her ne hikmetse, Gölpınarlı Hoca, önceleri diğer bilim adamları ile birlikte Karaman tezine, Karaman Ananesine arka çıkmışsa da sonradan, Velâyetnameleri esas alıp, diğer belgelere geçersiz gözüyle bakmışlar, onun peşinden de, yazar çizer geçinen pek çok isim maalesef aynı usulü seçip kolay yoldan ün ve para kazanmaya üşüşmüşlerdir.

Şimdi siz gelin, köy, karye, vakıf, zaviye ve yüzbinlerce dönüm arazi sahibi Yûnus Emre’yi, biraz Kalenderî, biraz Haydarî bir derviş havasındaki Hacı Bektaşî Velî’den buğday dilenmeye gönderin.

Şimdi siz gelin, elinde çanak, omuzunda heybe, başında külâh, durgun bakışlı, toy görünüşlü, köy delikanlısı tavrında bir Yûnus Emre yaratarak; Hacı Bektaş’dan, hikmet değil de ille de buğday dedirten, bizim yazar çizer takımının “kulakları çınlasın” demeyin.

Hergün yüzlerce, binlerce muhtaca yardım eden, yedirip giydiren, Karye-i Yûnus Emre’den sonra Karaman’da da Zâviyeler, Vakıflar, Kirişhaneler kuran Yûnus Emre ve çocukları; kurdukları düzeni Cumhuriyet yıllarına kadar, özellikle vakıf statüsü içerisinde devam ettiregelmiştir. Yûnus Emre gibi, ahfadı da vakıflarda mütevellilik, zâviyelerde şeyhlik, dervişlik, hafızlık, bakıcılık şeklinde, kurulmuş düzeni devam ettirebilmek için her türlü çabayı harcamışlardır. Bu görevlere getirilen, atanan veya imtihanla alınan, hatta Yûnus Emre ahfadı dışındakilerin bile isimleri, lakâpları, ünvanları sapasağlam belgelerde, teker teker kaydedilmiş, fermanlara, kadı hükümlerine bağlanmıştır.

Osmanlının en takdire şayan bir yönü, bir geleneği bu vesile ile gözler önüne seriliyor. Osmanlı padişahlarının, özellikle Fatih Sultan Mehmedin, Yıldırım Bayezid, Sultan Selim, Kanuni Süleyman ve sonrakilerin, büyük bir titizlik göstererek bizzat tayin ettikleri devlet ric’alinin, Lârende eyalet kazaskeri, valisi, kadısı huzurunda, tespit ettikleri mal-mülk, kayıt, evrak ve vesikalarını iyi saklamış olmalarıdır. Taçların, tahtların, altınların, elmasların, mücevheratın saklandığı hazinelerde muhafaza edilmiş bu vesaik, şu anda Türkiye Cumhuriyetinin koruması altındadır. Biz bu kanıtları size sunarak Yûnus Emrenin Karamanlı oluşunu ispat ettik.

Bu belgelerin, öylesine emin, öylesine sağlam ve öylesine tedbirli olanaklarla saklanarak günümüze kadar ulaştırılışına örnek verdiğim zaman işin önemi kolayca anlaşılır. Osmanlıda Selim II. Zamanı (1566-1574): Bir sınır meselesini hakkaniyetle çözebilmek için, gecenin geç saatlerinde İlyazıcı defteri isteten padişaha, defteremini Server efendi, Topkapı Sarayı hazine dairesinden gece defter çıkarılamayacağını bildirerek, red cevabı verir. Gazaba gelen hükümdar, “tiz boynu vurulsun” emrini irad eder. kısa bir süre sonra gün ağarır, sadrazam, padişahın huzuruna gelir. Öfkeli hükümdar, kendi emrini dinlemeyip, defter vermiyen görevli hakkındaki ölüm fermanını sadrazama duyurarak, gazabını belli eder. sadrazam, gece defter çıkarmama emrinin Fatih Sultan Mehmetten, Yıldırım Bayezidden, Yavuz Sultan Selimden Kanuni Süleymandan bu yana katiyetle uygulanmakta bulunduğunu, defteremini Server efendinin, Sultana karşı gelmediğini, görevinin gereğini ifâ etmekte olduğunu belirtir. Sultan yaptığı hatayı anlayıp, hemen cellâda infazın durdurulması haberini gönderir. Ne yazık ki emir infaz edilmiş, deftereminin kellesi uçurulmuştur. Olaya üzülen hükümdar Topkapı sarayında, ilyazıcı defterlerinin bulunduğu hazine dairesi önündeki avluya bir mezar yaptırarak, vazife şehidini oraya defnettirir. Ve mezar başına diktirdiği taşta:

“Ser verip sır vermeyen Server dede ruhuna fatiha” yazısı, bugün bile gidenleri karşılamaktadır.

İşte Yûnus Emre ve ailesi konusunda, böylesine sağlam ellere emanet edilerek bize ulaşmış bulunan belgeler, Profesör Fuat Köprülü, Mesut Koman, Halim Baki Kunter, Profesör Ömer Faruk Barka, Profesör Burhan Ümit Toprak, Kamil Kepecioğlu, İbrahim Aczi Kendi, İbrahim Hakk'ı Konyalı, Profesör Şahabeddin Tekirdağ, O. Hamdi Özdemir Profesör Feridun Nafiz Uzluk, hatta Abdülbaki Gölpınarlı hoca tarafından pek çok kereler neşredilmiş, bizim teşvikimizle, Erdoğan Mengü, Cahit Öztelli ve Profesör İbrahim Hulûsi Güngör tarafından da derlenip toplanarak, belirtilen yerlerin haritaları plânları eklenip yayınlanmıştır.

Aşağıda sunulan bütün belgelerde yer alan mevkiler, kuyular, obruklar, otlaklar sulaklar o gün kullanılmış olan adları ile, önceleri Yûnus Emre Karyesi daha sonraları da Yûnus Emre evlâdı köyü olarak kayıtlara geçmiştir. Cemaatın başında ilk gelip yerleşen İsmail Hacının mezarı, Aşıklar örenindeki mezarlıkta dimdik ayaktadır. Yûnus Emre’nin mezarı Yûnus Emre camii bitişiğindedir. Önce Zaviye ve Camiden müstakil iken, sonradan, aradaki boşluğun camiye eklenip üzerinin kapatılması dolayısıyla cami, zaviye ve türbe tek yapı görünümü almıştır.

Mekânları, mahalleri, yerleri aynı adla ta İsmail Hacı gününden beri çağrılan adları ile, hemen her noktayı değerli araştırmacı sayın Dr. İbrahim Hakkı Konyalı ile (ruhu şadolsun) ve Edirne mimarlık Fakültesi emekli Dekanı Profesör sayın İbrahim Hulusi Güngör ile araştırmak, ayrı ayrı görmek, gezmek bana da nasiboldu.

Bu kadar uzun bir girişten sonra,

Sıra belgeleri konuşturmaya geldi. Özet şeklinde de olsa Yûnus Emre ile ilgili yayınlara da değinerek, yaşadığı yıl yer ve mezarı üzerinde kısa notlar vereceğim.

Önce Karaman dışında, gerçek mezarlardan çok; Türk toplumunun Yûnus Emreye sevgisinin, sahiplenmesinin bir tezahürü, bir belirtisi olarak kurduğu, inşa ettiği makamlara değinip geçeceğim. Bu yerlerin bilimsel bir görüşle irdelenmesini aziz kardeşim Prof. İbrahim Hulûsi Güngöre bırakacağım. Karaman dışı tezler ve sair ananeler üzerinde durmaktan dikkatle kaçınmama rağmen, böyle bir kitapta, onların çıkışı ve özetini vererek sizi bilgilendirmeyi kendime görev sayıyorum.

Yûnus Emrenin mezarı ve öldüğü  tarih hakkındaki görüşleri çok kısa özetler halinde sunacağım:

1-Adnan Sadık Erzi: Yûnus ve Tapduk Emre Hakkında: ülkü dergisi. Sayı: 83 2 Kânun 1940. Sa: 49 Özet: Yûnus Emrenin mezarı Sarı köydedir.

2-Abdülbaki Gülpınarlı: “Yûnus ile Aşık paşa” 1941. Sa: 49 Özet: Yûnus Emrenin mezarı Sarı köyde olduğuna dair.

3-Lejean: Bulletin dela soc.de Geogr. de Paris. 5. Seri. XVII. (1869) sa:62 Özet: Y. Emre Sarıköydedir.

4- J.G.C. Anderson: A. Summer in Phrygia I.

a)Journal of Hellenie Studies XVIII. (1897) sa:400

b)Exploration in Galatiaeis Halyın. JHS XIX (1899) sa: 3970 Özet: Yûnus Emre’nin mezarı Sarıköydedir.

5- J.H. Mordtmann: Miszellen 3. “Der Islam” XII (1922) sa: 223-224

Özet: Yûnus Emre’nin mezarı Sarıköydedir.

6- M. Çağatay Uluçay:

a) Y. Emre’nin Mezarı Manisa-Kula Emre Köyündedir.

b)Saruhan oğulları ve eserlerine dair vesikalar:

II. (İstanbul 1946) sa: 20-22

7-Milâdi 1756 da yazılan Marifetname müellifi İbrahim Hakk'ı (1779): Erzuruma bağlı Tuzcu köyünde Yûnus ve Tapduk Emreye atfolunan mezar üzrine  taş diktirip, ölüm tarihi: 1394-5. Ay (H:797) diye yazdırıyor.

Yûnus Emrenin ölüm tarihi ve doğumu üzerine de farklı yayınlar yapılıyor:

A. Şerif Baygı: Erzurum tarihi. İst. 1936. sa: 171-175

Dr. J.Mordtmann: Türkisches V/2 (1902) sa: 162-163 Prof. Fuad Köprülü: T. Edebiyatında ilk Mutasavvıflar. İst. 1918 sa; 287-298

E.J.  Gibb’in görüşünü, Bursalı Tahir ve Necip Asım’da kabulenmişlerse de Melioransky bunu reddederek, H. 707 M : 1307 tarihinin, Yûnusun doğum veya Tapduk Emre’ye bağlanış tarihi olacağını söyler. (F. Köprülü ; İlk Mutasavvıflar, 6. Basım, s. 262 altnot : 10)

Kesin tarihin ortaya çıkarılmasında:

H. Duda “Junus Emre” (ist. 1929) ve Burhan ümit Toprak “Yûnus Emre Divanı” (İstanbul 1933 sa: 14 ve 1960 dördüncü basım sa : 18 de), ayrıca Abdülbaki Gölpınarlı ve daha sonra, Kamil Kepecioğlunun :

“Yûnus Emrenin 1319 dan önce tahta geçtiği bilinen Karamanoğlu birinci İbrahim beyden (1318 - 1333) YERCE adlı bir Köy” aldığını yayınlaması sonunda yaşadığı devir hakkında yukardaki tahminlerin doğruluğu belgelenmiş oldu.

Sayın Adnan Sadık Erzi’nin Beyazıd Umumi kütüphanesinde, bir mecmua içinde bulduğu kayıt, Yûnus Emrenin yaşadığı devir hakkındaki bütün görüş ayrılıklarını ortadan kaldırıp, kesin sonuca bağladı. Beyazıd Umimi Kütüphanesi defterinde (7912) numaralı kayıtta çeşitli risale ve faydalı bilgiler yer alır. Varak (sayfa-yaprak) 36 da Osman Gazinin tahta çıkışından, Müezzinzade Kaptanı Derya Ali Paşanın Lepanta deniz savaşında, 1571 yılında şehit düşmesine kadar, tarih belirtici dizelerle sonlanan bir kronoloji cedveli vardır. Bu cetvelin ön sıralarında Osman Gazi’nin (Karamanlı Edebelinin damadı) hayat ve saltanat süresi, Bileceğin, Yarhisarın fethi ve Sultan Veledin (Mevlananın Karaman doğumlu oğlu) ölümü belirtildikten sonra “Vefat-ı Yûnus Emre-Sene : 720, müddeti ömr : 72” (Doğrusu 82) kaydı, yaşadığı devir üzerindeki bütün anlaşmazlıkları çözüme bağlamıştır.

Yukarıda, Kamil Kepecioğlu tarafından, Nilüfer Mecmuası (1945 Bursa) Sayı: 4 sayfa 6-7 de yayınladığı “Yerce nam mahal” İbrala Deresi vadisinin sonunda, Yûnus Emre Karyesinin devamı olarak, onbinlerce dönüm sulanır arazi (özellikle o devirde) Karapınar hudutları içerisine bir hayli girmektedir.

“YERCE”, 1990 yılı öncesinde Prof. İbrahim Hulusi Güngör tarafından, uzun ve ısrarlı bir araştırma sonunda Çakırdağ, Akgöl, Hotamış üçgeni içinde, yeri tespit edilmiş, ölçümleri yapılıp haritaları çizilmiştir.

Otoritelerce de kabul edilen bu tespitler yapıldıktan sonra, Yûnus Emrenin yeri yurdu, ata ocağı yaşadığı devreyi, hala bilinmiyor, şeklinde tarif etmek akılla bağdaşmaz.

Yukarıda sunduğum örnekler dışında yerli ve yabancı daha pek çok yazar ve araştırmacının Karaman tezi üzerinde görüş ve çalışmaları yayınlanmış tenkitleri, kritikleri yazılmıştır. Ayrıca yine Türk ve yabancı bilim adamları tarafından Karaman dışında, başta Sarıköy olmak üzere, Sivrihisar, Bolu, Eğridir, Bursa, Keçiborlu, Düzce, Emre köyü, Aksaray, Kayseri, Sandıklı, Ünye, Erzurum ve daha pek çok Anadolu mekanlarında, O’na mezarlar atfedilmiştir.

Yûnus Emre sevgisiyle, vaktiyle onun adı verilerek inşa edilen cami, mescit veya herhangi yapı, külliye yahutta bir başka tarihi eser kalıntısı, onun mezarı olabileceği düşüncesiyle yetinilmemiş, belge aranarak, hatta satın alınmaya kalkışılarak yeni mezarlar inşa edilip üzerine taş dikilerek, uyduruk ölüm tarihleri bile yazdırılmıştır. Sonraki yıllarda ise Yûnus Emrenin orada yattığı masalı, gerçekmişcesine savunulur olmuştur. Sarıköydeki, Yûnus Emir beyin mezarıdır. Taş dikmeye enteresan bir misal ise: Marifetnamenin yazarı meşhur Erzurumlu İbrahim Hakkının, Hicri 1193, Miladi: 1779 tarihinde, Erzurum bağlı Tuzcu köyündeki mezar kalıntılarının, Tapduk Emre ile Yûnus Emreye ait olabileceği olasılığına dayanmasıdır. Mezarlar onartılmış mezartaşına, yani kitabeye de Yûnus Emrenin ölüm tarihi diye Hicri: 797 (miladi 1394) tarihi kondurulmuştur. Uzaktan yakından Yûnus Emre ile ve onun ölüm tarihi ile ilgisi bulunmayan bu mezarlar, sonradan gerçekten Yûnus’a aitmiş gibi büyük ilgi görmüştür. Hatta Dr. Mordmann (Türkisehes, 1902, V/2 sa:162-163), Fuad Köprülü (ilk mutasavvuflar, İstanbul, 1918 sa: 287-298) ve Abdülbaki Gölpınarlı (Yûnus Emre’nin hayatı. İstanbul 1936. Sa : 50-68) gibi otorite sayılan bilim adamları tarafından araştırılmış yayınlar yapılmıştır. Erzurumlu İsmail Hakk’ı Hazretleri gibi çok yüksek mertebelerdeki bilim ve Keramet sahibi, ilerde böylesine itirazlara yol açacak bir olaya izin verirse, başka yerlerdeki kimselerin, başkaca makan ve mansab göstermeleri veya sevgi ve alakalarına atfen, mezarlar ortaya koymalarını olağan karşılamak gerekir.

Bu kadarla da kalınmıyor, yine ona yakınlık duygusu ve sevginin onu benimsemenin sonucu, nerede adında Emre, Emir, Yûnus, Şeyh kelimesi bulunan bir mezar veya ören yeri varsa, orayı “Yûnus Emrenin” kabul etmek normal hale getiriliyor. Bunlara bir de son yıllarda canlanmaya başlayan “Turizm arzu ve kaygusu” eklenince, birtek Yûnus Emre’ye pekçok mezar yakıştırılması sonucuna varılıyor.

Onun Türk insanı tarafından ne kadar çok sevildiğinin, benimsendiğinin tezahürü, belirtisi olan bu davranış hiçbir zaman, “Gerçek mezarının, nerede olursa olsun araştırılması, bulunması gereksizdir.” görüşüne haklılık kazandırmaz.

Nitekim bugün artık Karamanda, Tapduk Emre ve Yûnus Emre ile eşinin, hanımının mezarlarını içinde bulunduran Türbe, Yûnus Emrenin ölümünden 28 yıl sonra, Kirişçi Baba tarafından inşa ettirilen cami ile, arasında vaktiyle mevcut bulunan boşluğun sonradan, üzeri kapatılarak cami iç alanına dahil edilmesiyle, cami ve batısında bulunan Türbe, sırtsırta dayalı şekle dönüşmüştür. Ve Ortaya konulan deliller, belgeler, fermanlar, emirnameler, tapular, vakfiyeler, Başbakanlık arşivlerini doldurmakta, ilyazıcı defterleri, maliye, vakıf, ahkamı şikayet defterleri, Kadı sicilleri, Padişahlara ait fermanlar, Yûnus Emrenin yaşadığı yer ve mezarlar konusunda  son noktayı koymuştur.

Karamanoğulları ve Karamanla ilgili tarihi gelişmelerin yanısıra Yûnus Emrenin mezarı konusundaki çalışmalarıyla de önde gelen, araştırmacı ve bilim adamı Prof. Dr. M.C. Şahabeddin Tekindağ’ın görüşlerine değinmeden geçmeyi nakısa kabul ederim. Hem de böylece, Yûnus’un mezarı üzerinde yürütülen Karaman anenesini tam anlamıyla değerlendirmemiş olurum. Şahabeddin Tekindağ hocanın görüşlerinden önce, Karaman tezini savunanların görüşleriyle ilgili, özet sergiliyorum :

Yûnus Emre’nin ve Şeyh’i Taptuğ’un ve Taptuğ’un kızı Yûnus’un eşinin mezarlarının Karaman da Kirişçi Mahallesi, Yûnus Emre Camisi bitişiğindeki türbede bulunduğuna ait ifadeler, karineler, kayıtlar çok eski yıllardan beri açık ve kesin sonuçlara dayatılarak yazılmış, belgelenmiştir. Karaman’daki mezarlar hakkında olumlu yazılan ve söylenenleri kronolojik olarak sıra ile :

1- 1671 de Evliya Çelebi “Seyahatname’si” (IX/315)

2- 1880 ve 1924 : “Konya Salnameleri” (1285/87, 1330/538)

3- 1914 te : Bursalı Mehmet Tahir “Osmanlı Müellifleri” (1/194)

4- 1918 de Profesör Fuat Köprülü - “İlk Mutasavvuflar” (sa: 310)

5- 1933 de Burhan Ümit Toprak - Yûnus Emre Divanı (sa:30)

6- 1945 te ; İbrahim Hakk’ı Konyalı - “Yûnus Emre Nerededir?” (Yedigün, 4 Mart 1945 No :628)

7- 1945 te : Kamil Kepecioğlu - “Yûnus Emre Nerede Yatıyor?” (Nilüfer Mecmuası sa : 6-7)

8- 1955 te : Cahit Öztelli - Türk dili sayı : 42 (sa : 363-369)

9- 1965 te : Yine İbrahim Hakk’ı Konyalı -“Yûnus Emre ile İlgili Yeni Buluşlar” 2 Haziran 1965 tarihli “Karamanın Koyunu” Gazetesi ve aynı yıl (1965) “Tarih Konuşuyor” Mecmuası sayı . 17,18,19 da bütün vesaik, fotoğraflarla yayınlanmıştır.

Sn. Konyalı, 1967 Karaman tarihi sa : 377 de : “Çok sonra Yûnus Emre ile meşgul olanlardan bazıları bu keşfi mehaz göstermeden yazarak divanı daha geniş bir muhite duyurma hizmetini yaptılar.” şeklinde tatlı sert bir sitem - teşekkürde bulunmuştur.

10-1966 da Halim Baki Kunter tarafından, “Yûnus Emre” isimli eserde Sultan Abdül-mecit Beratı, Sultan Abdül-Aziz Beratları, Sultan II. Abdülhamit beratı yayınlandığı gibi” İbrahim Hakk’ı Konyalı Hoca, Prof. İbrahim Hulusi Güngör ve Cahit Öztelli tarafından bir çok yeni yayın yapılmıştır. Bunları, “Belgeler” bölümünde aynen vereceğim.

1961 yılı 14 mayısından itibaren başlattığımız “Türk Dil Bayramı ve Yûnus Emreyi Anma Günleri”mizi her yıl şereflendirenler arasında :

Dr. İbrahim Hakkı Konyalı’nın, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın, Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ’ın ilk yıllarda Doç. Abdülbaki Gölpınarlının özel yerleri vardı.

O günlerde, başta Amerika ve Rusya’nın, Avrupa’da ve Balkanlardaki bütün ülkelerin Büyükelçileri dil bayramlarımızda hep yer alırlardı. Bizim çağrımızdan çok, bayrama iştirak etme isteği onlardan gelir, bize de onları ağırlamak görevi düşerdi. Riyaseti Cumhur senfoni orkestrasından tutun, Devlet balesi ve tiyatrosu, çeşitli dans grupları, ordu bandoları bayramımızın abonelileri arasındaydı. İlk yıllarda, Milli Birlik komitesi adına, en az 3-4 üye görevli olurdu. Behçet Kemal Çağlar’ından Sunallah Arısoydan, Üniversite Rektör ve Dekanları, Profesörleri, Konya üst kademe bürokratları, yazar çizer takımı, dernekler mutlaka temsil edilir veya çağrılsın çağrılmasın geleceklerini bize duyururlardı. Kapımızı herkese açıyor, misafirleri evlerimizde ağırlıyorduk. İlk yıl ki bayramın, Konya’da ferman okunarak başlayıp, yüzlerce atlı ile Karaman’a yürünmesi şeklinde, Konyadaki hekim arkadaşlardan gelen ısrarı, sembolik olarak anlamlı ve ilgi çekici olsa bile, bilimsel faaliyetler yönünden ve organizasyon bakımından hayli uğraştırıcı görerek reddetmiştim. Vazgeçildi ama Karamanda cirit oyunları ve yarışmalar tertip ederek, bayramın bir başka yönünü doldurmuş oluyorduk.

Hatıra kabilinden, büyük elçilerin, evlere taksiminde zorlandığımız bir sıkıntıyı, 37 sene sonra zorluk çekmeden, anektot şeklinde, tatlı bir anı olarak anlatacağım. Gereksiz gözükse bile sonunda bir başka konuya giriş yapacağım için lütfen dinleyin.

Sayıları sekseni aşan gözde misafirleri ve büyük elçileri kolayca evlere taksim ediyorduk. İki büyük elçi hem de en kocamandan ikisi, Rus ve Bulgar büyük elçilerini hiç kimse evine almak istemiyordu. Çünkü o tarihlerde, en ağır itham ve biraz da hakaret edeceğiniz şahsa “Komünist” demeniz yeter de artardı bile.

İsimleri gereksiz görüyorum, her ikisi de halen sağ ve sıhhatle iki arkadaşım var. Her ikisi de can dostlarımdır.

Birtanesi öğretmen, her çeşit takılmaya açık. Hoşgörülü toleranslı, tahammüllü, olgun. En ağır şakayı bile gülerek karşılar. Lakaplarından bir tanesi de “alfabe” sebep ? Alfabedeki mevcut 28 harfle başlayan ad takılmış, (ğ) hariç, Başka harf kalmayınca da “alfabe” deyip kurtulmuşlar. “Bak dedim. Sana bundan sonra takacak ad kalmadı. Ha birde komünist desinler ne çıkar?” İkna oldu. Ancak şartım var” dedi. Sordum “Rus elçisini almam” dedi. “Ne var ikisi de komünizmle idare edilen ülke, ha Rus olmuş, ha Bulgar.”dedim. “Yok öyle şey, birisi komünist öbürüsü daha büyük komünist”. Israr ettim, çünkü daha büyüğü en sona kalırsa onu kabul edecek ev bulamıyabilirdim. Fakat ısrarım boşuna idi. “Evet” dedirtemedim. Rus sona kaldı.

Diğer dostum genç, varlıklı, akıllı zeki. 9 kez hacca gitmiş, ama her havaya uyar. Üstelik samimi bir Yûnus Emreci... Zaten sıkıntı içinde olduğumu biliyor, gelip kendisi talip oldu. “Kim ne derse desin. Komünistte olsa, ufak tefeğini almam bana yakışmaz. Varsın en büyüğü olsun” Böylece evlere misafir tevziini tamamlamış olduk.

En azından yirmi yıl, bu şekilde Dil bayramları yaptık. Yukarıda da belirttiğim gibi çok değerli bilim adamı, araştırmacı üst seviyede yerli ve yabancı bürokratlar ve diğerleri... Geldiler, misafirimiz oldular. Konuştular, onlarla biliştik, tanıştık, anlaştık.

İlk 5 yılımızdaki Has misafirlerimizden bir tanesi de Profesör M.C. Şehabeddin Tekindağ Hoca ve eşleri hanımefendiydi. Var gücü ile Yûnus Emre’nin Karamanda yaşayıp Karamanda öldüğünün, mezarının Kirişçi Camisi bitişiğindeki türbede bulunduğunun en inatçı savunucusuydu. O yıllarda çıkartmakta olduğum yerel bir güncel gazete vardı : “Karamanın Koyunu”

Dil bayramlarında günde 3-4 baskı, hemen her 3 saatte bir yeni baskı yapardık. Sn. Prof. Tekindağ Hoca’ya haber gönderip, 3. Baskı için acele beyanat rica ettim. Çok kalabalık, konferans salonuna (Hacıbeyler Kütüphanesi) girip çıkmak, izdihamda ezilmeyi göze almakla bir. Gördüğü saygı dolayısıyle, haberi daha çabuk ulaştıracak ve salondan çıkması biraz daha kolay olacak, hanımefendileriyle, bana mesaj ulaştırıldı. Hoca kendi el yazısıyla : “Doktor Armutlu bey, ömrümü Yûnus Emre’nin Karamanda yaşadığını ve mezarını burada bulunduğunu ispata adadım. Bundan kimsenin şüphesi olmasın” vs.

Mesaj Karamanın Koyununda, o günkü üçüncüsü baskıda çıktı. Profesörün kendi el yazısı ile ilettiği varakı halâ saklarım.

Ama müteakip yıllarda, daha çok bizim yeterli ilgi ve itinayı gösteremeyişimiz sonucu hocanın gönlünü kırdık, bizden uzaklaştı. Yûnus Emre konusu üzerindeki hızını kaybetti. Hatta Karaman an’anesini açıkça savunmaz oldu.

Bu kitapta, hatıraya yer vermemen gerekir. Bir anektot ve Prof. Şehabetin Hocayı kırmış olmamızı aktarışım, boşuna değil. Kırk yıllık uğraşının bizi gerçeklere nasıl götürdüğü konusunda bir örnek vermek istedim. Aynı zamanda, Profesör Şehabettin Tekindağ Hoca ile karşılaştıysakta, kabahatte kusur eden tarafın bizim olduğumuzu, kendisine özür borcumuzun bulunduğunu söylemedik, söyleyemedik. Ruhu şad olsun. Sağlığında bizi affetmediyse, öbür tarafta, bizden hak istiyecekler arasında O’da bulunacaktır. Kabahatliyiz. Karamanlılar hesabına ceremesini de biz çekeceğiz. Allah yardımcımız olsun.

Değerli Hocanın, özellikle ömrünün yirmi yılı aşkın süresini Karaman, Karamanoğulları ve Yûnus Emre üzerinde sarfederek, Karamana hizmette, en önde gelen bilim adamı ve araştırmacılardan birisi, belki de birincisi olan Aziz Hocanın, Yûnus Emre konusunda çalışmaları :

Başlıkları şöylece sıralayabiliriz :

1- Sarıköy an’anesi (örf, haber, rivayet)

“Baştan başa surnaturel unsurlarla dolu olup kaynaklar ve ehl-i sünnet akideleri ile tam bir tezad halinde bulunan Bektaşi rivayetnameleri, bir kıtlık sırasında Hacım köyüne (Suluca Karacahöyük, bugünkü Hacıbektaş), Hacı Bektaş nezdine giden Yûnus Emre (en eski menakıbde : Yûnus Ekinci - yani Yûnus Emre değil-) hakkında kabulü imkânsız rivayetler ileri sürerek kabrini, doğduğu yer olarak ta belirttikleri Sivrihisara bağlı Sarıköyde gösterirler. Bu suretle, hurufilik dahil, İslâmiyetin esasına mügayir menakıbnamelerin, Yûnus Emreyi de, İmamiyye akidelerine mütemayil Hacı Bektaş-ı Veli müridi veya müntesibi (bağlananı) göstermek istedikleri aşikârdır. Halbuki Yûnus Emre, Hacı Bektaşın ismini bile, divanında zikretmez.

Buraya küçük bir satırbaşı açmak isterim:

Yunus Emre’nin Hacı Bektaşı Veli’ye, önce buğday sonra nefes istemeye gidişi masal.... Masaldan da öte tümüyle uydurma. Ancak Velayetnamelerde ilk belirtilen şekliyle, nefes veya buğday istemeye giden ayrı bir <Yunus Ekinci> var ise, ona diyeceğimiz yok. Böyle bir masalı tümüyle reddetmeye gerek kalmaz. Yunus Ekinci ile Hacı Bektaş Veli arasında bir ilişki konusu bizim ilgi alanımızın dışındadır.

Bu arada XVI.yy. müelliflerinden Lami’i (öl:1532) Nefehatu’l-Uns tercümesinde (İ. Koyunoğlu ktp, 3496. Yazma nüsha) bir rüyaya dayanarak; Baba Yusuf-ı Sivrihisari de (öl:1511) Yûnus Emreyi, Sivrihisarda göstermişlerdir.

Sivrihisarlı Baba Yusuf’un buna benzer gafları eksik değildir. Nitekim Miladi 624 sesinde Ürdünde Ammana bağlı bir Kasaba olan Mu’tada Romalılarla Araplar arasındaki çatışmada şehid olup orada gömülen Peygamberlerimizin amcazadesi Cafer b. Ebi Talib’i (İbnü’l-Esir Usdu’l-Gabe I/286) Sivrihisara getirip gömmüştür. (O tarihlerde Sivrihisar Doğu Roma imparatorluğu hudutları içindedir.)

Ayni Baba Yusuf, Kaygusuz Abdalın bir şiirini de Yûnus Emre’nin zannetmiştir. (Abdülbaki Gölpınarlı - Y. Emre ve Tasavvuf sa : 119,121)

2- Bolu an’anesi :

Edirneli Necmi efendi (öl : 1590) yaptığı Şaka’ik tercümesinde, Yûnus Emre’nin: Bolu sancağından olup, salifüzzikr Tapduk Emrenin eshab ve ahbabından olduğunu ileri sürmüş ise de, esas kaynağı Aşık Çelebinin Meşa’iru’ş-şu’era’sı olduğu bilindiğine göre, kabulü imkânsızdır. Menakıbnamelerden çıkarılan menkabevi rivayetleri gerçek saymak asla mümkün değildir.

(M. Fuad Köprülü, Belleten, 27/1943 sa:421 ved.)

3- Eğridir an’anesi :

Eğridirde tekkesi bulunan eş-şeyh Muhyiddin Çelebi, “Hızırname”sinde, Yûnus Emrenin Eğridirde merhum olduğu (rahmete kavuştuğu, vefat ettiği) kayıtlıdır. Bu mühim, enteresan kaydı aynen naklediyorum.

“Mukaddema halvetiyeden gelüb, bundan merhum olan bizim ma’lümumuzdur, ana şeyh Yûnus dirler idi ve bir miktarca mübahi-meşreb (dini ahlaki her türlü kayıddan azade) idi ve harici tarikat’ten (ehli sünnet dışı) olmakla, e’izze-i kiram (ileri gelen azizler, şerefliler) anı kabul eylememişler idi. (İ. Koyunoğlu kitaplığı Ehl-i sünnet harici zümreler sa : 150 ve Not :51) Bu ve benzeri belgeleri ortaya koyanlar, iddia edenler ve savunan bilim adamları karşısında “tövbe estağfirullah” deyip, onlar adına Allah’tan af dileyerek pişmanlık duygusu göstermek gerekir. (Ola ki kastettikleri Şeyh Yûnus, bizim Yûnus Emremiz değildir diyeler.)

4- Bursa an’anesi :

M. Niyaz-i Mısrî, Yûnus Emrenin gazelini şerhederek:

“Çıkdım erik dalına anda yidüm üzimi

Bostan ıssı kakıyub dir neyirsin kozumu”

beytini, çok etraflı ve derinden düşünerek, sırrı İlahiyyesini ortaya koyan Malatyalı muhterem zat, (ölümü : 1693 Limmi adasında sürgünde iken.)

5- Keçiborlu an’anesi .

Niyaz-ı Mısri’nin eserini tezyil eden (zeyiller, ilaveler yaparak uzatan) meşhur mütebahhir (deniz derya gibi alim) Şeyh İsmail Hakkı (ölümü . 1725):

Yûnus Emrenin mezarını, Ispartanın Keçiborlu kazasında aramıştır. (Üniversite kitaplığı No : 9771, 3/a; Tez yıl, Üniversite ktp, No : 885

“Marifetname, Sahibi Hasankaleli İbrahim Hakkı (öl:1772) Hazretleri de Erzurum’un Düzce köyünde bir mezara, Yûnus Emre diye kitabe diktirmiştir.

7- Kuluya bağlı Emre köyü ve

8- Aksarayda da vesikalarla ispat edilmesi mümkün olmayan mezarlar öne sürülmüştür.

9- Konya musalla kabristanında

10- Kayseride

11- Sandıklıda

12- Ünye de ve daha pekçok yerde mezarlardan bahsedildiği görülür.

Aziz Hoca Prof. Şehabeddin Tekindağın ruhu şad olsun. Bizimle birlikte 1961 den itibaren Yûnus Emre’nin Karamanlı olduğu, mezarının Kirişci camisi (Yûnus Emre Camisi) bitişiğindeki türbede bulunduğu tezini savunmada, çok büyük emekleri vardır. Biz onun nazik kalbini istemeden kırdıktan sonra, bizimle birlikte ayni tezi savunmada aramızda bulunmamış ama, konunun çok daha derinliklerine inerek, bizden ayrı, köklü çalışmalar yapmış, bunlardan bir kısmını yayınlamışdır. Bütün çalışmalarında, Yûnus Emreyi Karamandan, Karamanı Yûnus Emreden ayırmamıştır.

Yüce Allah (CC) nasibederse, hazırlığıyla meşgul olduğum “Karamanoğulları tarihinde” hepsini, herşeyi Ortaasyadan Şirvana Elburz’a, Hazar ve Azerbaycan’a, oradan bütün Anadolu’ya yayılan, bir kısmı Laranda (Karaman) çevresine yerleşen Oğuz boylarını, Anadolu’da ve Ortadoğu’da kurdukları devletleri, beylikleri, emaretleri, “gerçeği bilinmiyor” diye geçen, derinine inilmeyen gerçekleri, çoğu ilimizde, ama adı sanı unutulmuş, bir dünyaya bedel ulemayı (alimleri) aramıza çağıracağım. Lâyık olabilirsek, onlarla hemdem olacağız.