BÖLÜM  VIII

 

HACE AHMET YESEVİ’DEN

ŞEYH SİNAN EFENDİ’YE -TAPTUK EMRE’YE

YÛNUS EMRE’YE UZANAN NURLU BAĞ (115)

 

Yûnus Emre adını alacak bu büyük dehanın, düşünürün, şairin, din aliminin gereğince yetiştirilmesi amacıyla biri görevlendirilmeliydi.

Reddedilemez gerçeklerin menkıbelerle içice kaynaşıp bütünleştiği bir alem var karşımızda, ışık saçıyor, Türk dünyasını aydınlatıp nura gark ediyor.

Yüce Peygamberimizin emaneti olarak, asırlar ötesinden, kısmeti kendisine ulaştırılan Pirî Türkistan Ahmet Yesevi hazretleri, bir taraftan Türk kimliğinin çizgilerini belirgin hale getirirken diğer yandan da İslâmiyetin katı gözüken kurallarını  en yalın, en güzel, en tatlı yönüyle ortaya koyup, Türklerin İslâmlaşmasında ve Anadolu’nun Türk Yurdu haline gelmesinde baş mimar olarak karşımıza çıkar. Yetiştirdiği ustalar, kalfalar,çıraklar değişik kılık ve görünümde evliyalar, dervişler, alperenler, haceler şeklinde dünyanın dört yanına yayılarak, Allah Celle Celali’den Yüce Peygamberimize, Mevlânâlara, Yûnus Emrelere, Hacı Bektaşi Velilere kadar uzandığını gördüğümüz bu nuru taşıyan erenlerin, şeyhlerin, gönül sultanlarının pek çoğu hâlâ ortaya çıkmamış, gizliliklerini bir sır perdesi arkasında saklamaya  devam etmektedirler. Taptuk Emre’yi tanımadan Yûnus Emre’ye erişmemizin güç oluşu gibi, Sinan Ata’yı bilmeden Taptuk Emre’ye yaklaşmamız da zordur.

Nasıl ki, Hacı Ahmet Yesevi’nin, kendisinden beş asır sonra doğacağı Yüce Peygaberimizce biliniyor, onun okutulması, eğitilmesi, dalgınlıktan gafletten uyandırılıp Hidayet yoluna, doğru yola götürülmesi için Arslan Bab= Selmanı Faris’i görevlendirilmişse Anadolu’da bir Yûnus Emre’nin doğacağı da çok öncelerden bilinmekte idi. Onun İslâm nurunu en açık, en tatlı deyişler ve en temiz, en yüce duygularla ifade edeceği Hace Ahmet Yesevi’ye malûm olmuştu. Yûnus Emre adını alacak bu büyük dehanın, düşünürün, mürşidin, velinin, din aliminin gereğince yetiştirilmesi amacıyla biri görevlendirmeliydi. Bu biri, Şeyh Sinan’dı. Amma aradaki yıl farkı ilâhi bir güçle değil, mürittin müride irfan iletilerek emanet yerine ulaştırılmalıydı. Şeyh Sinan, Taptuk   Emre’yi eğitecek, O da Yûnus Emre’yi irşad ederek görev yerine getirilmiş olacaktı.

O asırlarda Lârende, Anadolu’da ilim ve irfan yuvalarının en önde gelen merkezlerindendir. Görevle yola çıkan pek çok mürşid, Maveraünnehir’den, Türkistan’dan, Buhara’dan Anadolu’ya gitmek için uzun mesafeler kateder,öncelikle Hac farizesini yerine getirir, bazen  Bağdad’a bazen Şam’a uğrar, sonra kona göçe, mekân bemekân  Anadolu içlerine uzanıp Lârende’ye ulaşır. Örnek mi istersiniz? Sadece birkaç tanesini saymakla yetineceğim:

 İşte İsmail Hacı ailesi, İşte Ketencibaba Mansurdede, Mescibaba, Molla Fenarî’nin dedeleri, Mevlâ’na Celaleddin Rumi ve pederi Sultanülulema, Şeyh Aliyyi Semerkandî (Şeyh Alaeddini Rumi) ve işte Taptuk Emre’nin  Mürşidi Şeyh Sinan efendi ailesi, işte Emir Sultan Buhari…

Bu ailelerden İsmail Hacı Cemaatinin, Lârende civarına gelip yerleşmesi üzerinde durmamız gerekir.

Karamanoğulları ile akrabalık bağları bulunan İsmail Hacı topluluğu, önceleri Karaman’ın 28 kilometre doğusunda bulunan, bugün “ Aşıklar Öreni ” diye adlandırmakta olduğumuz bir vadiye yerleştiler. Kurdukları ilk tekkeye, “İsmail Hacı Zaviyesi” dediler. Burası Sonraları köy haline gelmiş, daha sonra da Karye-i Şeyh Hacı İsmail adını almıştır. Zamanla gelişip büyüyerek, Hacı İsmail evladı Musa Paşa ve Torun çocuğu  Yûnus Emre zamanında yeni zaviyeler, hankâhlar eklenerek Vakıflar kurularak, kayıtlara önceleri “Karye-i evladı Hacı İsmail, sonra Karye-i  Yûnus Emre” olarak geçmiştir.

Konuyla ilgili nas kadar kuvvetli onlarca belgeyi aşağıda sunacağız. Bunlar geçtiğimiz yıllarda ayrı ayrı açıklandı, neşredildi, birçok toplantıda otoritelerce kritiği yapılıp kesinleşti.

 Bursalı Şeyh İsmail üç yüz yıldan  bu yana reddedilmemiştir. Belgede Buhara taraflarından göçedip gelen Sinan Hoca veya Şeyh Sinan Efendi namında  bir azizin, Anadolu’da  Şeyh Yûnus Emre Karyesine gidip yerleşerek orada bulunan Taptuk Emre’yi irşad ettiği, daha sonraları Yûnus Emre’nin ortaya çıktığı, onun da Taptuk tarafından eğitildiği açıklanır: (116)            

“Nezil olduğum Bursa’dan bitarîk’ıl-hac Antakya tarafına sevk-ı esb-i azimet edib  kasaba-i mezbûre  nevâhîsinden mürurumda orada mâder- zâd olan ehl-i tarîkatten birine mülâkî oldum. Kavl-i mervârid-vârını bu vechile âvize-i gûşum  eyledi ki: Mukaddema Buhâra cânibinde istilâ-yı etrâktan sarsar-ı ızdırâb ve bâd-ı ihtilâl vezân oldukta berk-i vücud-i evliyâ gülşen sarây-ı ikâmetlerinden cüdâ ve perişan oldukda ez-cümle Şeyh Sinan Efendi nam bir aziz-i enâm sahrâ neverd-i sefer olarak Şeyh Yûnus Emre karyesine firûkeş edib Taptuk Emre’yi irşâd eylemiş, ba’de’z-zaman Yûnus Emre zuhûr edib ol dahi zâhiren ve bâtınen Taptuk’a tapu kılmış ve yedinden câm-i ser-şar-ı feyz nûş etmiş, nitekim buyururHakkı’nın, Sinan Ata ve onun irşad ettiği Taptuk Emre hakkında verdiği bilgiler de:

 

Yûnus bir doğan idi Kondu Taptuk eline

Av ve şikâre geldi  Bu yuva kuşu değil”

 

Lârende’ye ilk yerleşenlerden İsmail Hacı’nın, oğulları Musa Paşa ve Güveği Çelebi’nin mezarları diğer cemaat efradınınki ile birlikte el’an Aşıklar Öreni’nde bulunmaktadır. Yûnus Emre, Taptuk Emre ve Yûnus’un eşi, Taptuğun kızı olan Ana Bacı’nın mezarları ise, Karaman’da Kirişci Mahallesinde Yûnus Emre camisine bitişik kapalı türbede, üçü bir aradadır. Şeyh Sinan Efendinîn kabrine gelince, mutlaka Aşıklar Ören’indeki büyük mezarlıktan geriye kalan sinlerde, taşı sağlam kalmış olanlar arasında aranıp bulunması gerekir.

Türkiye’de, Anadolu’da, Karaman’dan başka Mekânda, herhangi dönemde bir Karye-i Yûnus Emre mevcut olmadığına göre, sair yurt köşelerinden birisinde Yûnus Emre’ye merkad arayanlara, mezar yaptıranlara, “Bırakın temelsiz gayretleri” demekten başka ne söyleyebileceğimizi sizlere sormak isterim.

AHMET YESEVİ (117)

NEFS İLE DİL

Yesevî yüksek ruh bilginiydi. Ruh alemi üretken ve ziddiyeli olup, bunlar onun sanatında bütün derinliğiyle aks etmiştir. Yesevî hikmetleri, her insanda kendine mahsus mülâhazalar uyandırır.

Doğduğu yıl tam olarak bilinmiyor; vefatı 1166-1167 yılları olarak gösteriliyor. Babası Şeyh İbrahim’den 7 yaşında yetim kalmıştır. İlk tahsilini Türk Meşayihi Aslanbaba’dan almış. Aslanbaba’nın vefatından sonra tahsilini Yusuf Hemedani’nin yanında devam ettirmiştir. Yesevî hikmetlerini, halkın başında birçok sıkıntıların musibetlerin yağdığı bir devirde yaşayıp yazmıştır. Manzum hikmetlerinden birinde :

1. Anlamıyorlar alimler konuştuğumuz Türkçeyi

2. Ariflerden duyunca, açar gönül mülkünü

3. Ayet, hadis manası Türkçe olsa uygundur

4. Manasını kavrayanlar yere koyar börkünü

Yesevî elbette ayet ve hadis mazmunlarını arapçadan bu şekilde özleştirmekle kalmamış bunun yanında gayibî, ahlakî, felsefî maksatlar sebebiyle yer yer onlara müracaat etmiş ve onlardan faydalanmıştır. Arap dilinin hükümran ve nüfuslu dil olarak telakki edildiği bir zamanda millî dilde Türkçe olarak yazışı kendisinin ileri bir gayretidir. Hikmetlerinin Özbek dili tarihinde eski yazma abidelerinden biri sıfatıyla ehemmiyete sahip olduğunu inkâr etmek mümkün değildir.

Ahmet Yesevî  sanatının en önemli tarafını isyankârane mistik mazmunlar teşkil eder. O boşuna “mecnun olup isyan içinde kaldım” dememiştir. Onun isyanı insan batınındaki isyandır.

Onlar sadece Tanrı aşkına döndüler. Böyle bir aşk insandan fevkâlade temiz kalplilik ve nefsîn ihtiyaçlarından hür olmayı talep eder. Mistik aşığın en önemli hususiyeti kendi kendinî bulmaya çalışmasıdır. Bu sebepten kötülük ve günahları muhafaza etmek, aşka, muhabbete hiyanettir. O bununla da kalmaz günahları ortadan kaldırmak için ağır taşların altında ezilmeye bile razı olur. “Aşk yolunda can verenin bundan başka arzusu yok”. Bu konuda Yesevî şöyle demiştir :

Cefa çekmeden aşık olunmaz, dinle gafil

Cefa çekip sabırlı olan cahil olmaz

Binaenaleyh cefa çekip aşka ulaşmak, baştan gafilliği defetmektir. İkinci olarak da, cahilliğe yol vermektir.

Yesevî Allah’a kavuşmanın, nefsîn arzularından kurtulmanın, etrafta dolup taşan fisku ficurlara mani olmanın yollarını arar. Dikkatle gözlenirse Yesevî’nin dinî ve ahlâkî felsefesinde dünyadan yüz çevirme yoktur.O kötülük, nadanlık, cehalet, malseverlik illetlerine yol açan alçak dünyayı yürekten kovmaya davet ediyor. Bu konuda şairin sözleri insan kalbinde galeyan uyandırıyor. Haksız dava gören kadı ve imamlara, haram yiyen hakimlere dünya benim deyip dünya malını bozan nefsî insanlara, akı kara gösteren molla ve müderrislere, memlekete hakim olup onu türlü türlü belâlara düşürenlere karşı gönülde nefret uyandırmaya çalışıyor.

Yesevî gariplerin ve mazlumların yanında yer almıştır :

Garipleri gördüğünüz yerde üzmeyiniz

Gariplere hiddetlenip söz söylemeyiniz

Zayıf görüp gariplere taş atmayınız

Bu dünyada gariplik gibi belâ yok

 

O, ezilenlerin hak hukukları için mücadele etmeyi yüksek bir gaye bilmiştir. Fakir fukaranın, emekçilerin hak hukukları için savaşmak en büyük gayesidir. Ahmet Yesevî, kendisiyle amansız savaş vermekle kıymetli bir şahsiyettir. O insana kendi kendinî affettirmeme sırlarını öğretir. Ahmet Yesevî’deki samimiyet apaçıktır.

Yesevî Hikmetlerindeki merkezi kavram : Allah (c.c.). O, Tanrı aşkını yani aşka dayalı bir ilâhi anlayışı seslendirir.

Nevaî “Mahbubu’l-Kulûb” da şöyle der :

Aşk yolunda gece gündüz ağlayanlar

Candan geçip belini muhkem bağlayanlar

Hizmet edip hak sırrını anlayanlar

Gece uykusunu haram edip ızdırap çeker

 

Yesevî’de :

Sünnet imiş, kafir ise (de) verme azar

Gönlü katı, gönül kıranları Allah sevmez

O insan hayatındaki büyük savaşın, nefsî öldürmeye hizmet savaşı olduğunu düşünür.

Yesevî’nin tarifine göre nefis yabani bir kuş gibi ele konmaz bir şeydir.

1. Nefsîn yoluna giren kişi rüsva olur,

2. Yoldan çıkıp şaşkın olur,

3. Yatsa tutsa şeytan ile arkadaş olur.

Nefsîne bağlı, nefsîne düşkün olanlara “nefsîni öldür ey gafil” diye seslenir

1. Nefsîm beni yoldan çıkarıp har eyledi

2. Şaşırtıp halayıka mahkum eyledi.

O nefsî için it gibi gezip yürüyenleri de gösterir. Nefs çok büyük bir düşmandır. O insandaki bütünlüğü bozar. Nefsîni tepip sıkıntı çeken rahata erer. Ali Şir Nevai aşağıdaki satırlarda bu konuda şöyle diyor :

1. Nefsînin emrinde çırpındığın için

2. Çoğu kez bütünlük istesen de kırılıyorsun

3. Mutluluk isterken niçin başkalarına yaltaklanıyorsun

4. Nefsîne muhalefet et ki, yaşayasın.

 

Yesevî’de :

1. Gözüm nemli dilim gamlı ben elemli

2. Niçin bana ilaç olabilecekleri bilmem

3. Bu hasrette nedamette yaşlar akıtıp

4. Ne tarafa gideceğimi bilmem dostlar

İnsanın hakikat karşısında ayakta durabilmesi için Allah yolunda yüzünün ak olması gerekir.

Yûnus Emre ;

“Beni bende deme bende değilim

Bir ben vardır bende benden içeri” diyor.

Bu düşünce Yesevî için de geçerlidir. Aşk onun kalbinde bütün kainatın sırlarını birleştirmeye kadirdir. Kemalat aşkı, insanı Hüda derecesine çıkarır.

1. Allah dedim şeytan benden uzak kaçtı

2. Hayır heves bencillik durmayıp göçtü

Bu mantık, dokuzuncu asırda yaşayan büyük Sufi Beyazidî Bestami’nin “yılanın derisini soyması gibi ben de özümden soyundum” düşüncesine uygun düşüyor. Allah demekten esas murat, günah ve kötülüklere yolveren şeytandan kurtulmaktır. Hallacı Mansur’un; insanın ilâhî tarafını şereflendirmek maksadıyla “enel-hak” (ben hüdayım) demesi gibi, Yesevî’ye göre cahiller enel-hakkın manasını bilmiyorlar. Bunu şu mısralarla anlatıyor.

1. Enel-hakkın manasını bilmez nâdân

2. Alim gerek bu yollarda pâk-i merdan

“Şah Mansur’u enel-hakkı becâ (uygun) değildir. Yolunu bulan bize benzeyen gümrah değildir” (yolunu sapıtmış, bol, çok) diyor.

Bilinmektedir ki mistisizm, İslâm dünyaya gelmeden evvel araplarda, bundan sonra onların eliyle başka ülkelerin halklarında, Ortaasya edebiyatında çok geniş yer almış bir düşünceydi. A.E. KRİMSKİY Türk halklarının sufilik gayelerine itibar etmesi hakkında şöyle söylüyor : “Ahmet Yesevî; sanatına bu alâkalara ihtiyaç duyduğu için değer vermektedir. Yesevi Türk Edebiyatındaki ilk mistik sanatkarlarından biridir. Mistik temayüle sahiptir. Fakat o bu temayülü kendisi keşfetmiş değildir. Arap ve Fars dilinde ortaya çıkan tasavvuf edebiyatı tecrübelerine dayanmıştır. Türk halkının şifahi (sözlü) edebiyatta yaratmış olduğu dinî metinlerden ilham almıştır. Yesevî hikmetlerinin vezni halk şiiri vezni değildir. Fakat şiirin birçok unsuru şifahi edebiyattan alınmıştır. Yesevî şiirini; tarihi tasavvuf felsefesi ve bilhassa şark tasavvuf şiirinin klâsik sembolizmiyle alâka kurmadan doğru anlamak mümkün değildir.” Azat Şerafettinov, “Ahmet Yesevî meselesinde ilmi hülasalar onun sanatına el atmadan önce Yesevî’yi tutucu olmayan bir şair” olarak değerlendirir.

Yesevi “çilekeş halkı, hakim kişilere kul olup itaat etmeye, her türlü cebir ve zulme alışıp şükür kılmaları”na yol açmamıştır.

1. Zalim eğer cefa kılsa ninni söyle

2. Göğsünü açıp intizar et

3. Hak imdadına yetişmez ise boyun eğ

4. Haktan işitip bu sözleri işte söyledim

Yesevî islâm dinîne sadık yaşamış, Allah’a sığınmış, Muhammed Peygambere hürmetini hiç eksiltmemiştir. “Zalim eğer cefa etse ninni söyle” derken bile mazlumları zalimlere karşı boşu boşuna aykalandırmadan, Allah’a sığınmaya çağırmıştır.

Yesevî şiirlerinde, zalime karşı baş kaldırmak değil aksine zalimi yenmeye davet vardır. “Haktan işitip bu sözlerin manasını söyledim” diyordu. Haktan işittim derken Kur’an-ı Kerim’i işaret ediyor. Binaenaleyh hikmetteki gayeyi o Kur’anla özdeşleştirmiştir. Ne yazık ki “itaat et” ibaresi Tanrı için değil zalime boyun eğ manasında anlaşılmış ve böyle izah edilmiştir. Bu doğru değildir.

Oysa ki yukarıdaki satırlarda açıkça şöyle der : Zalim eğer cefa kılsa ninni söyle, münacatlar (neşeler, dualar) söyle. Sadece boynunu Allah karşısında eğ. İşte Yesevî’nin beyitindeki mananın bu şekilde düşünülüp açıklanması gerekmektedir. Hüdanın kollayışı, yakın zaferdir. Allah en büyük kurtarıcıdır. Allah’ın yardımı yetişince galip gelmek mukadderdir. Fuzuli “Matlaul İtikat” adlı eserinde şöyle yazıyor. “Tanrı adildir. Bunun için o zalimi cezalandırır.” İşte böyle akidelere Yesevî güvensizlik, inançsızlık bildirebilir miydi ? Onun için Kur’an-ı Kerim dünyanın baş kitabıdır. Allah’ın erkânını gösteren kelâmdır. Yesevî “Zalim cefa etse, Allah de” der.

Gerçi gaddar ve zalim mazlumun başına kılıcını vurmak üzere iken de, mazlum “Allah” demekten başka bir şey yapmasa, bu mücadeleden kaçmak değil midir ? Zalim karşısında pasif kalmak doğru mudur ?

Musa peygamber Firavun’dan kaçıp yalnız, çaresiz ve aç-naçar kaldığı zaman “Ey Allah’ım, yalnız, hasta ve çaresizim” diye ağlamıştı. O zaman gayibden şöyle bir ses gelmişti. “Ey Musa, benim gibi dostu olmayan yalnızdır, benim gibi tabibi olmayan insan hastadır, benimle ilgisi olmayan kul, âciz ve çaresizdir.” Yesevî zamandaşları da Allah’ı en sadık dost, bütün çaresizliklerden kurtarıcı olarak görüp inanmışlardır. Nevâi de Yesevî’nin izinden gidip mahlûk, yani yaratılanlardan değil; Hâlik, yani Allah’tan meded ve merhamet dilenmeyi uygun bulmuş.

Hiçbir iş olmaz ayrı Hâlik emrinden

Yaratılandan fazla istekte bulunma.

Alişir Nevâi’ye göre, mazlumun çektikleri zayi olmaz. Zulmü cefa ne kadar çoğalırsa, zalimlerin rahatı o kadar bozulur. Nevai şöyle der :

“Yaptıklarından, hoş bir gönül ona lâyık olmaz; kendi zulmünden, okla ölmek lâyıktır ona”. Bu feci sonuçtan zalimin kaçıp kurtulması mümkün değildir. Çünkü o, Allah’ın cezasına mahkûmdur. Mazlumların âh’ları göğe yükseldiğinde, Yaratıcı, zâlimleri kahru gazâb cezalandırır.

Ahmet Yesevî  tarikatının esasları, sonra yazılmış olan “Fakirname” risalesi ile onu takip eden “Cevherü’l-Ebrâr...” adlı kitapta aydınlatılmıştır. Bu kitapta Yesevî tarikatının esaslarından biri “Zalim ve acımasız insanlara itaat etmezlik” olarak yazılmış. Sadece bu delil bile Yesevî’nin “Zalim Sevmezlik”ini ispata yetmez mi? Kur’anda defalarca tekrar edildiği gibi, âlemde yalnız Allah yenilmez; Yalnız O kudretlilerin kudretlisidir. Yesevî  hikmetlerindeki “Allah, kahretse her zalim yenilir. Hakkı tanıyanlar, Hak kadar şecaatli olurlar ve hiçbir zaman zâlimlere özenmezler”, fikri anlaşılmaz mı ?

Polifoniya, “çok sesli, çok anlamlı” demek. Özbek edebiyatında polifonik tefekkür Ahmet Yesevî’den başlayıp Nevâi’de zirveye çıkar. Hadis’lerden birinde “Küçük cihaddan büyük cihada dönmek”ten söz edilmiştir. Bu büyük cihad nefse karşı mücadeledir. Nevai bir çok hikmetinde nefse zalim sıfatını vermiştir. “Zalim nefsîm hiç bırakmadan ateşe attı.” der. Allah’ı tanımamak, gamsızlık, tekebbür (gururlanmak, kibirlenmek), gıybet (arkadan çekiştirmek) ve bühtanlardan (iftira ve karaçalmadan) dili kurtaramamak, şeytan sıfatlılık, cahillik gibi menfiliklerin hepsi Yesevî düşüncelerine göre zalim nefsîn işleridir. Acaba, nefsîn başını ezmenin çaresi var mı ? “Allah dedim, şeytan benden uzaklaştı; hay-ü heves ve bencillik çekip gitti”. Hayü heves ve bencilliklerin kaynağı nefs de “Allah” denileceği zaman yenilir. Başka bir ifadeyle “Allah’a yönelmek” nefsten geçmektir.

Ey bî-haber Hakk’a gönül yürütmedin.

Dünya haram, ondan gönül sovutmadın.

Nefsten geçip Allah’a doğru yönelmedin

Bu nefs için ağladım ve şaşırdım işte.

Yesevî “nefs başına yüz bin belâ” yağdırma kompleksine düşenlere bakarak “Zalim eğer zulmederse “Allah” de, önce tevekkül edip boynunu sun” demiş. Bu fikir, “nefsînden geçip Allah’a doğru” yönelmeyen yani ilâhî aşktan mahrum olanlara nasihattir. Keza, Nevâi de “Ta nefs ü heva kasrı” yıkılmadıkça, “Memleket şad olmaz, yurt abad olmaz” demiştir.

Ahmet Yesevî hikmetleri için “çok seslilik” de bir hususiyettir. Bazen bu hikmette hem aşık, hem derviş, hem alimin avazı yankılanır. Fakat bunlar arasında iki âvâz öne çıkar. Bunlardan biri günâh düşüncesini anlatır.

Saç ve sakal tam ağardı, gönlüm (ise) kara

Mahşer günü rahm etmesen hâlim harap

Sana âşikâr, amelsizim, günahım çoktur,

Cümle melek günahlarımı bildi, dostlar.

O kendi günahlarına mertçe göz atıyor. Ve bundan takatsızlaşır “takatım yok, eğer baksam günahıma” der. Günahın farkına varmak, günah işlememenin çaresidir. Günahkârlık duygusuna sahip olmak, paklanış (günahlardan temizleniş) arzusuna güç vermektir. O, insan ömrünün hareket tarzını çok nazik bir şekilde eleştirir. “Ey gafil, ömrün, seni bir yabancı gibi geçer.” Der. Bir yabancı gibi koşup giden ömrü manalı kılmak için ise merdânelik zaruridir.

IX.yy.da tasavvufta melamilik anlayışı ortaya çıkar. Bu akımın merkezi Nişabur’dur. Y.E. Bertels, melâmilik akımına mensup kişiler için “kendi kendilerini kamilleştirmek ve kalplerini temizlemeyi en önemli vazife bilirler” diye yazar. Fakat bu iş mutlaka, şahsi hareket şeklindedir ve gizlidir. Basit olarak ifade etmek gerekirse melâmilik (benlikten, gösterişten kurtulmak); insanın kendi kendinî tahlil etmesi, bu tahlilde ortaya çıkan kusurları melâmi diliyle faş etme yoludur. Bu yolda insan, bütün kötü hasletlerini asla saklamadan ortaya çıkarıverir. Bunun tersi olarak melami iyi hasletlerini kati olarak gizli tutar. Başkalarının yalan ve riyakârlıklarından söz etmek kolaydır. Fakat, insanın kendisindeki yalan ve riya perdesini parçalaması metânetli işti. Melâmiler, işte böyle metanetli bir dava için savaşmışlardır. Ahmet Yesevî de bu akımın temsilcilerindendir.

Din, günahı kötüler. Fakat, günahları görüp fark etmeyi över. Bu sebeple tövbe-tazarru(kibirden gururdan kurtulmak); yenilenme, arınma demektir.

İkinci ses (avaz)’e gelelim. O da İlâhi sestir. İnsan hayatı ne kadar geçici ve külfet ve meşakkatle dolu olursa olsun, insanın kamilliğe ulaşmak için çabalaması şarttır. Kemaâât (ahlâk ve huy güzelliği) yoluna giren insanı, vicdan, ruhi ıstıraplara sevk eder; elemler içinde bırakır. İnsan, yüreğini günah ve korku, şüphe ve iman sarar. Uyanık vicdan, insanı yalnızlığının en uç sınırlarına kadar götürür. Bu noktadan sonra ölüm problem olmaz. Sonsuzluğa olan güçlü iman hakim olur. O, hür ruh ile yaşamanın sırlarını açar. Aklın gafletlerini yenip, kölelik zincirlerini parçalar. Bu vicdan, en onulmaz yaraları, en ağır şartları ortadan kaldırır. Bu yolu bulan insan Allah’a ulaşmak için çırpınır Allah’a ulaşmak için çırpınan insan bu durumda birçok ıstırap yaşar, dengesizlikler içine girer.

Ahmet Yesevî bunu “Hakikat deryasından geçiş” olarak anlatır, tarif eder :

“Hakikat deryasından geçen kişi,

Buhranlı, gönlü kırık, gözü yaşlı,

Ezilme, horlanma ve meşakkattir işi,

Didarını arzulayıp bulur dostlar”

Ahmet Yesevî, “Hak Ta’alâ’ya boyun eğen burda böyle durmaz, aşık isen aşk yolunda fena ol; didarı takip edip hasretten yok ol.” gibi sözlerinde ölüm için, ölen insanların İlâhi-felsefesi görüşlerini ifade ediyor. Yesevî’nin gayevi ve bediî geleneği, donup kalmamış, öyle veya böyle değişik şekillerde devam edegelmiştir. Nevâi, Meşrep, Mahtum Kuli ve bunlara benzer şâirlerin eserlerinde Yesevî tesirini inkar etmek mümkün mü ? Mahtumguli “Gördün mü” adlı şiirinde “Ey iklim (memleket) sahibi Ahmet Yesevî, benim güzellik sahibimi gördün mü ?” diyor.

Diğer şiirlerinde de çok sayıda Yesevî hikmetlerinin tesirini görmek mümkündür. “Nefsîm beni çok gezdirdi, Hakk’a bakmadan” der Yesevî.  Mahdum Kuli ise “Yarenler; yoldaş oldum zalim nefse” tarzında aynı şeyi ifade ediyor. Mahdum Kuli’nin “kötü işlere bey oldum, iyi işe ise dilence oldum” sözleri Yesevî’de birçok yerde görülmektedir. Yesevî tesiri dünya şiirinde de görülmez mi acaba ? Ermeni şairi Grigor Narekatsi’nin “Musibetnamesi”si, Yûnus Emre divanı, umumi ruhu ve esas nefesi itibarı ile Yesevî geleneğinden farklı değildir. Bilhassa Yesevî, Yûnus Emre’nin selefidir :

Hakdan Bana Nazar Oldı

Hakdan bana nazar oldı Hak kapusın açar oldum

Girdüm Hakk’un haznesine dürr ü gevher saçar oldum

 

Devlet tacı başa kondı ışk kadehi bana sundı

Canum içdi ışkdan kandı karayı-akdan seçer oldum

 

Esritdi ışka düşürdi ben hamıdum ışk bişürdi

Aklum başa divşürdi hayrı şerden seçer oldum

 

Hayra döndi benüm işim endişeden âzâd başum

Nefsümün başını kesdüm kanadlandum uçar oldum

 

Göçenler menzile yitdi vardı anda karâr itdi

Ömür geçdi kavil yetdi könüldüm uş geçer oldum

 

AÇIKLAMA  :Cenâb-ı Hak’dan bana bir nazar erişti, bu yüzden Hakk’ın kapısını açar oldum. Ve Hakk’ın hazinesine girip inci ve cevher saçar oldum.

Devlet tâcını benim başıma kodu, aşk kadehini doldurup sundu, canım bu aşk badesini içti, karayı akdan seçer oldum.

Esir etti beni aşkın âteşine düşürdü, ham idim aşk âteşi ile pişirdi, aklımı başıma devşirdi, hayrı şerri (iyiyi kötüyü) seçer oldum.

Artık bütün işim iyilik ve hayırdır, korkudan, endişeden kurtuldu başım. Nefsimin kötü arzularına gem vurdum, onu bir  kalem gibi kestim, kanatlandım uçar oldum.

Yola çıkanlar konak yerine vardı ve orada karar kıldı. Ömür geçti, vakit doldu, gönüldüm işte göçer oldum.

Miskin Yûnus Hak ile tanışalı, can u gönül verişeli, tapduğuma erişeli, gizli sırlar saçar oldum.

diyor Yûnus Emre. Peki, Ahmet Yesevi de aynı ihtiyaç ve gaye ile hikmetler söylemedi mi. “Taliblere dürr ü gevher saçtım işte” diyen Yesevî, Yûnus Emre’ye benzer sufi şairlere şu nasihatte bulunuyor.

“Hak yoluna girilmez pâk olmasan,

Lâmekânda Hak’tan nasihat adlım, işte”

Alişir Nevai “Nesaimü’l-Muhabbet” te:

“Hoca Ahmet Yesevî, Türkistan mülkünün Şeyhü’l-Meyaşihidir, makamı ali ve meşhur, kerameti hayret verici ve hudutsuzmuş. İmam Yusuf Hemedâni’nin sohbettaşıdır.” Sonra şöyle diyor : “Onun mezarı Türkistan’da Yessi denilen yerdedir ve Türkistan ehlinin kıble-i duasıdır”

Yesevî’nin sadık bir müridi Hakim Ata, üstadına takliden yazdığı bir beytinde şöyle söyler:

“Hepsi iyi biz kötü

Hepsi buğday, biz saman” der.

E. Rüstemov, “Nesaimü’l mühebbet” teki Hakim Ata’nın çocukluk yıllarında Yesevî’nin eli altında yetiştiğini, hikmet almaya bu yıllarda başladığın, Hikmet yazmasını da Yesevî’den öğrendiğini isabetle ifade eder.

N. M. Mallayev “Özbek Edebiyatı Tarihin’de A. Yesevî “ölmeden evvel ölün” düşüncesini ileri sürdü. Bu, bütün dünyadan, benlikten, hayatın nimetlerinden vazgeçmek, nefse eziyet etmek, ölüme (böylece) yaklaşmak; yani canlı ölü olmak demektir. Celaleddin Rumi bir yerde “ölüme yüz vur, perdeyi çak et (yırt). Fakat sınırsızlığa ulaştırıcı ölümü değil, yeni bir ruh doğuran ölümü iste.” diyor. Alişir Nevaide “ölüm aydınlık bir alem imiş” Başka bir yerde de “Ruhu, ölümsüzlük canlandırır” demektedir.

Onun adı ise fenadır. Fena kelimesinin manası lugatlerde “yok olmak, tükenmek, ölüm, benlikten geçip Allah’a kavuşmak” şeklindedir. Gerçekten de ölmeden evvel ölüme da’vet, fenalığın baş şiarıdır. Ahmet Yesevî:

Ben yirmi iki yaşımda fenâ oldum

Merhem olup, bütün derde devâ oldum.

Yalancı aşık, gerçek aşığa şahid oldum

Bu sebeple Hakka sığınıp geldim işte.

Burada “fena” poetik bir semboldür. Bazısı, “kendinden geçip dünyayı terk etmek” şeklinde düşünür. Bazısı, “Allah aşkıyla gark olmak” olarak anlar.

Mırza Fetali Ahundov, Celaleddin Rumi hakkında yazdığı makalede ne Hind ne de İslam filozoflarının fena kavramını açıklayamadıklarından söz eder. Fena, yani benlikten geçmek ve tek varlığı koşulmak düşüncesini ilk önce Buda teşvik etmiştir.

Sufilerin itikadına göre alemi Allah yarattı. O zamana kadar mutlak varlık (Allah) tan başka hiçbir şey yoktur. Bunun için, varlığı, Allah’ın hüsn-i cemalini aks ettiren bir ayna olarak görmek gerek. Tabiatın yaradılışının esas sebebi insandır. İnsan Allah’ın sevgisine mazhar. Bunu insanın mükemmel düşünmesi şart. Allah aşkı benzersiz bir “mey”dir. Bu “mey”in kadehi iman kalbidir. Bu kadehe aşk meyi ne kadar fazla koyulsa insandaki yüksek mânevî ruhî yükselişde o nisbette kuvvetlenir. Nevai gazellerinden birinde şöyle sesleniyor :

Senin şüphe ettiğinden başka cam-ı mey vardır,

Bilmeden, bu meyhane ehlini kötüleme, ey zahid

Mutlak varlığa kavuşmak için, islâm terbiye sisteminde şeriat, tarikat, marife gibi basamaklardan geçmek gerekir. Marifet menzilinde insan Allah’ın mahiyetini idrak edip ilim ve ahlakta kamilleşir ve “arif”lik sıfatını kazanır. Fena ise kulun Allah tarafına seyrinin en son noktası. İnsan bu noktada benliğinden geçip Allah ile buluşur. Bundan sonra hakiki hayatın başladığına inanılır. Fâniliğin sakıntı ve ıstırapları bitip bakiliğin ebedi saadeti başlar. İmanın nefs ve hırslarından arınmış saf kalbinde aşk ihtirasları coşar. Alişir Nevai bunu şöyle ikrar ediyor :

“Dedin : “fenâ nedir ?” kısaca diyeyim : ölmek.

Ki şerhini dilersen yüz risale yetmez”

Alim İ. S. Braginski, Celâleddin Rûmi’nin şiirlerinde fenâ kavramını fevkalade cesaret ile izah ederek şu sonuca varır : “Fena kavramını tekebbürlüğe karşı alçak gönüllülük olarak almak mümkün. Bu ise neticede her hususta insan şahsiyetinin yücelişi demektir.

“Ey siz, can çekip, her lahza izlersiniz ilâhiyi

Onu izlemeye hâcet yok, ilâhî siz, ilâhi siz (siniz)”

Yesevî de fenâyı, tekebbürlüğe karşı alçak gönüllük felsefesi olarak görür ve ondan bu anlayışla yararlanır.

Ehl-i dünya halkımızda cömertlik yok,

Padişahlarda, vezirlerde adalet yok,

Dervişlerin duasında icabet yok,

Türlü belâ, halk üstüne yağdı, dostlar.

Halkın gönlünden cömertlik duygusu neden bu derece dağılmış? Neden, padişahlarda, vezirlerde adalet yok ? Niçin dervişlerin duası geçersiz. Halkın üstüne yağan türlü belâların sebebi padişahın zalimliği mi, vezirlerin diyanetsizliği mi ?

Bu gibi illetlerin zuhurunu Yesevî neticede bir tek sebebe bağlar. O da aşksızlıktır. Veya yalancı âşıkların hâkim olmasıdır. Ona göre, aşksızların hem canı hem de imanı yok. Onlar Hak ve hakikat sırlarından habersizdirler. Aşksız insanlardan kaçıp ariflerin sohbetine yüz vurmaya çağırır. Yesevî izahlarında arif kullar; candan geçip Hakk’ı cana koşup, derya olup taşanlardır.

Her kim Hakk’ın kulu ise Hakk’a dönsün,

Hakk’a dönmeyen kendinî alıp öte gitsin........der.

Arif, aşık olayım dersen elem bul

Hak vaslına ereyim dersen geceler boyu uyuma

Bu dünyanın işretini başından def et,

Def edersen bencillik gider, dostlar.

Ahmet Yesevî:“Hakikatın manasına eren kişi müceretleşir, içi dışı yanar”.der

Gözyaşını riya kılma, Hakk’ı tanı,

Hak taâla sevenleri giryan eder.

Riyasız gözyaşı döken aşıkların fikir ve görüşlerini övüp hikmetler söyler. Hikmetlerini, sadece gönlü ayna gibi saf ve sadık aşıkların dinlemelerini arzu eder :

Benim hikmetlerimi aşığa söyleyin,

Gönlü ayna gibi olan sadığa söyleyin.

Alişir Nevai “Mahbubü’l-Kulüb”da şunları söyler : “Nadan (cahil) eşek, belki de eşekten de beterdir. Eşeğe ne yükselen götürür, ne tarafa sürsen o tarafa gider. Onda akıl ve feraset davası yok; vermesen aç, verirsen toktur. Bu bir biçaredir; yük taşır, odun-saman taşır, buğday taşır.

Nâdân yukarıdaki özelliklerden uzaktır. Bilim elbisesinden mahrumdur. Nâdânın bütün işi tekebbürlük, gösteriş ve hayali binbir çeşit şüphe ve endişedir.

Hangi ülkede ruh sefaleti hakim olsa, orada nâdânlık yükselir. Hangi ülkede manevî değerler alçaltılıp adaletin üstünlüğü çiğnenirse orada gafil kulların mertebe ve mevkilere yükselmelerine yol açılmış olur. Nevai “Nâdânlık, memlekette melâmete delildir.” Nâdânlık, halkın külfetidir. Nâdânlık kendine has yavuzluktur. Nâdân, akıl cellâdıdır. İş bu sebeplerle Yesevî “Nâdânların yüzünü görmemek için dua edin” diye söylemiş :

Dua edin nâdânların yüzünü görmemek için,

Hak Ta’ala yardım edince hiç durmayın.

Hasta olsa (bile) nâdânların halini sormayın

Nâdânlardan yüzbin cefa gördüm ben.

 

Nâdânın yolu eğridir. Onu doğru yola getirmek mümkün değildir.

Ey dostlar, nâdân ile ülfet olup

Bağrım yandı, candan bezip öldüm ben

Doğru söylesem eğri yola boyun vurur

Kanlar yutup gam zehriyle doldum ben

Yesevî “Zatı, bilim libasından mahrum” derken dar görüşlü ve hodbin kimselerle birlikte kendisini alim sanıp kitap okuyan fakat bunların mânâsını anlamayanları, fikirsizlik zulmetinden ruhları kararmış, idarecileri de kör cahil safında görmüştür. Şair, helâl ve haramdan anlamayan nefsîne düşkün kullar için, meleklerden utanır.

Yer altına kaçıp girdim nâdânlardan

Bağrımı açıp dua diledim merdânelerden

Garip cânım yüz tasadduk dânâlardan

Dânâ (alim) bulamayıp yer altına girdim ben.

Ahmet Yesevî “ahir zaman alimleri zalim oldu. Dalkavuklar, alim oldu” derken alimin bu kabahatinde ahir zaman işaretleri görür.

Yesevî ;

Şeksiz bilin, bu dünya bütün halktan geçicidir.

Malına inanma, bir gün elinden gidecektir.

Ata-ana, karından nereye gitti, fikir kıl,

Dört ayaklı yüğrük at bir sana yetişecektir...

 

Ahmet Yükneki “Hibbetü’l Hakayık” adlı eserinde dünya insana bazan gülüp bakar, sonra kaşlarını çatıp homurdanıp onu yanına alır. O, kurnazdır. Bir eli ile bal tutsa, ikinci eli ile ona zehir katar :

Bir elinde tutmuş bal, öbürü zehir katar.

O zehiri başka yerden almaz. Dünya yılandır, onun yılan gibi yumuşaklığından aldanmamak gerek.

“Yılan yumuşaktır, kötülük yapar

Uzak dur, yumuşaklığına aldanma” diye uyarır şair.

Dünyayı; işvebaz, delilsiz, yalancı, zalim, vefasız sıfatlarıyla değerlendirmek Türk şiirinde XII.yy.dan başlayarak gayeyi ve bedii bir anane oluşturdu. Ahmet Yükneki, Yusuf Has Hacib ve Ahmet Yesevi gibi şairlerde dünya poetik bir sembole döner.

Takdirin şaşmazlığı önünde dünya ve mülke inanmak cahillik ve gafilliktir. Başka bir açıdan bu dünya öyle bir meydan ki oradan herkes neticede dört ayaklı bir at (tabut) üstünde cansız bir şekilde gitmeye mahkûmdur.

Ölümü anlamak, hayatı marifet ile değerlendirmek, insanoğlunu ganimet bilmek, bencillik ve cehalet atına binip gururlanmamak için bunlar üzerinde düşünmek gerek. Alişir Nevai :

 

Ey gönül gel ki, bela bezminde câm-ı gam tutayım.

Öz katı halime ölmeden evvel mâtem tutayım,

Ağlanan başıma âhımın dumanından baca olsun

Matemimi sonra başkaları tutacağına, şimdi kendim tutayım.

 

Yesevî ;

Ey dostlar, hiç bilmedim ben yolumu

Saadete bağlamadım ben belimi

Gıybet sözden hiç ayırmadım ben dilimi

Nâdânlığım beni rüsva kıldı dostlar.

 

Ahmet Yesevî’ye göre saadet ve hakikat eşya ile kazanılamaz. Hakikat kalptedir. Hakikat, ruhtur. Varlık alemiyle ruhen uyuşmak en yüce saadettir. Saadet, marifet nurlarıyla akıl ve gönlü saflaştırmadadır. O, insandaki iç zenginliği mukaddes bilir. Bu sebeple dış zenginlik maddi ve bağımlıdır. O, bunlardan uzak durur.

Dünyâdarlar malına bakıp heva kılar

Bencillikte o dava-i Hüda kılar.

Zenginlik ve tekebbürlük dünyayı kendi kavim ve milletinden bile uzaklaştırır. Hakk’a  yakın olan kişi ise tabiata, canlı mahlûkata ve hatta kurt ve kuşlara bile yakındır.

Dünyadaki kurt ve kuşlar etti selâm

O sebepten Hakk’a yakın oldum ben

Yesevî’nin poetik felsefesindeki böyle hakikatleri Nevai, mükemmel anlamıştır. Anladığı için de kamilliğe ulaşmada, Hakk’a itikadde, mal ve ikbali boşvermişlikte “Türk Piri” yani Ahmet Yesevî’den örnek almaya davet etmiştir.

Her kişi kâmil olur, yeter ki Hak bendesi olsun

Bundan başka tarafa kesb-i kemâl eylemeyin

                 Fani âlem için acı ve sıkıntı çekmeyiniz

Mal için gam yemeyiniz boş fikirler beslemeyiniz,

Türk Piri gibi alemden eteğinizi silkiniz

Dosttan başka tarafla visâl eylemeyiniz.

Nevai “Mal için gam yemeyin” diyerek Yesevî’deki dünya sembolünün anlamını şerh etmiştir. Nevai şiirini iyi anlamak için Yesevî hikmetlerindeki maksat ve poetik sembollerin muhtevasını iyi bilmek lâzımdır.

İşte Yesevî’den bir satır :

“Toprak ol, âlem sana basıp geçsin.”

Bu mısra, Yesevî’ye çok melâmetler yağdırılmasına sebep olan mısralardan biridir. Şair güya böyle sembolik ifadelerle halkın el ve ayağını zalimler karşısında zincirlemeyi hedef almıştır. İnsanın niçin “dağ” olmayıp “toprak” olması gerekiyor ? İnsan, alemin ayağı altında çiğnenmek için doğmadı ki.

Azerbaycanlı alim Kâmil Veliyev’in “Sözün Sihri (Bakü - 1986) adlı kitabındaki şu fikirlere dikkat edilmesini isteriz : “İncil ve Kur’an” Fuzûli sanatının içindedir. İncil, insanın zayıflığı; Kur’an, insanın kudreti üstüne gönderilmiştir. İncil’de insan, güçsüz, yardım ve şefkate muhtaç, her türlü zulme tahammüllüdür. Kur’an ise insanı hakimiyet için sefer kılar. İnsanın güçlü olmasını ister. Yesevî sanatının bağrında da güçsüzlük ve güç dini saklıdır. Onda “İncil”de “Kur’an” da var. Yesevî şiirlerinde Kur’anda geçen fikir ve semboller açıkça sezilir. İşte o zaman gerçek aydınlanır ve bütün mahiyeti  ile ortaya çıkar.

Yesevî “Toprak ol...” derken esas amacını ortaya koymuştur. Yesevî’deki bu toprak sembolü Nevai şiirlerinde de yer alır.

Bu kadar menzili ve şöhreti büyük payelerle

Kendinî tutan toprak ile bir olanlar nerede ?

Kibir ve benlikten temizleniş. İnsanilik mertebesi önünde başka mertebelere yüz vermeyiş. Yesevî’nin “Toprak ol” demesinin bir sebebi Nevai’de izah ediliyor.

Ey Nevaî makbul olmak istiyorsan toprak ol,

Kim merdud ise onun başında kindarı var.

Demek ki benliği bilmek, makbul olmanın tek çaresi toprağa benzemektir. Toprak ne ? Toprak, vatan. Toprak, nice yüz yıllardan beri, ne kadar çok ulu evlatlarını bağrına basmış olan müşfik zemin. Bunun için biz onu yüceltip ana-toprak diyoruz.

Aşık Veysel şöyle diyor :

Havaya bakınca ben hava alırım.

Toprağa bakınca ben dua alırım

Topraktan ayrılsam nerde kalırım

Benim sadık yarim kara topraktır

 

Özbek edebiyatında vatan hakkında felsefi fikirler A. Yesevî hikmetleriyle başlar.

Başım toprak, özüm toprak, cismim toprak,

Hak vaslına ulaşırım diyen ruhum müştak.

“Toprak ol, âlem sana basıp geçsin.” Mısrasını Yesevî kimlere bakarak söylemiştir ? Alimlere daha doğrusu ârif zatlara elbette. Şair, aklı kıt, ruhu karanlık kimselere hiç inanmasa gerek.

“Divan-ı Hikmet” in 1896 yılında yapılan Kazan neşriyatında şöyle bir dörtlük var :

Kul Hoca Ahmed her bir derde dermân,

Taliblere beyan etsem kalmaz ermân.

Dört bin dört yüz hikmet dedim Hak’tan fermân,

Ferman olsa ölene kadar söylesem ben.