Buracıkta çok önemli bir nokta üzerinde duracağım. Konuyu, Kur’an ve Sünnet’e inanmış bütün müminlere açıklamam pek zor olmayacak

Ne var ki, hangi nedenle olursa olsun Allah’ı inkâr etmekte ısrar edenler Türk toplumunda da mevcuttur. Bu ateistleri yok farz edip onlara arkamı dönmeyeceğim. Hatta ele aldığım Tasavvuf konumuzun içinde onların görüşüne yer vererek, kendi tezimizi sergileyeceğim.

Ateistler, dünyanın ve kainatın varoluşunu anlatırken:

“İlk önceleri uzayda hesapsız sayıda başıboş gezen, birbirlerini itme ve çekme etkisi altında bulundurmayan iyonlardan iki tanesinin ‘Tesadüfen’ birleşmesi sonunda, diğerlerini hızla kendilerine doğru çekme bağlama ile hem dönen hem de hızla çoğalıp büyüyen güçlü molekül kitlesi, öylesine hız kazandı ve büyüdü ki zamanla kendisinden parçalar kopmaya, bir çok paranın bir arada müstakil sistemler oluşturmasına yol açtı. Üzerinde yaşadığımız dünyanın bulunduğu güneş sisteminde binlerce, on binlerce yıldız ve yıldız kümeleri gibi, daha sayısız çoklukta sistemler ve o sistemler içinde dünyalar, güneşler, aylar, yıldızlar ortaya çıktı. Bunların sayılarının milyarları aştığı söylenir.

Bu gezegenlerin her bireri bütününden ilk ayrılışta kor parçası, ateş yumağı şeklindedir. Zamanla dönüş hızı azalır, soğumaya başlar. Yapısındaki hidrojen ve oksijen atomları  birleşip su moleküllerini meydana getirir. Buharlaşmalar yağmuru, yoğunlaşmalar karı,yağışları oluşturur. Gezegenin yapısında hasıl olan Mikro elementler birleşip Amino asitler’i yapar. Bunlardan canlı hücreler, basit yosunlar husüle gelir. Bu hayatın başlangıcıdır. Zamanla çok hücreli bitkiler, hayvanlar ortaya çıkar. Evrim devam ettikçe ilkelden mükemmele yeni canlı türleri hasıl olur. Bakarsınız en iler yaratık olarak maymun karşınıza çıkmıştır. Zamanla gelişim devam ederek maymundan insan türer.

“Evrim sonucu ortaya çıkan insan, tabiat ananın kucağında doğar bir süre yaşar, sonra ölür. Ölüm var olmanın sonucudur. Canlı, topraktan gelmiştir, tekrar toprağa karışıp gidecektir. Öte dünya yoktur. Hesap kitap sorulmayacaktır.

Din fikri, Yüce Allah gerçeği, insanın kendi kafasında yarattığı hayallerdir.”

İşte ateistler, neresinden tutarsanız tutun ele avuca, akla mantığa  sığdıramayacağınız, zaten tutacak hiçbir yeri bulunmayan bu ve benzeri teorilere inanarak veya inanmış gibi gözükerek toplum içerisinde yaşam sürdürmektedirler.

Kainatta, akla sığdırılamayacak kadar mükemmel bu ritmik düzenin, gelişimin ve yok oluşumun gerisinde yüce bir yaratıcı gücün var olabileceğini kabul etmeyen, aslında Allah’ı inkârdan ibaret, bu maddiyyun, maddeci, materyalist görüşte yani materyalizmde, maddeci,  özdekçi felsefede ahiret olmadığı gibi, hesap günü de yoktur. Herkesin yaptığı, yanına kalacaktır. Bütün toplumun kendileri gibi düşünmesi halinde; bir an için herkesin materyalist görüşü benimsemesi halinde nelerin olabileceğini tasavvur edemiyorlar mı ?

Materyalistlerin büyük bir bölümü aynı zamanda sosyalisttir. Eğer Allah korkusu, öte dünya, hesap verme endişesi, suç ve ceza gibi toplum kuralları yok farz edilirse neyin ortaya çıkacağını düşünemiyorlar mı ?

Olacağı ben söyleyeyim :

Dünyanın en ileri ülkesi Amerika’da, Newyork’ta aniden elektrik kesilmesiyle kontrolsuz kalan insan gruplarının, sadece ışıkların sönmesi gibi çok küçük ve basit bir fırsatta koca bir semtteki bütün mağazaları yağmalayıp, kırıp döküp yok ettikleri tablo ortaya çıkacaktır. Ancak bir semtte, bir şehirde, bir ülkede değil belki de bütün yeryüzünde.

Nerede, evet nerede kaldı sizin sosyalist ve hümanist görüşünüz.?

Yüce Allah, kullarına gönderdiği İlâhi emirlerde daima hakka, hukuka gözetimi, saygıyı, hoşgörüyü, başkalarına zarar vermemeyi ön plânda bize emretmiştir. O, bizim yapacağımız ibâdete muhtaç değildir. Uyduğumuz bütün dinî ve hukuki kurallar önce kendi kendimizin, nefsîmizin faydalanması, zarar görmemesi içindir. Sonuçta da topluma yararı, yani düzeni sağlamaktadır. İşte size gerçek sosyalizm, gerçek humanizm!

Sadece toplum mu ? Onun bir cüz’ü olan hayvanlar alemi, nebatlar, dağlar, ovalar, sular kısacası bütün çevre, kürre-i arz böylece zarardan korunabilmektedir.

Fayda getirmeyeceğini bildiğim halde, yine de Allah’ın yarattığı en mükemmel varlık yani Ahsen-i takvim olan insana sevgimden dolayı ateistlere, maddecilere bir diyeceğim var. Beğenseler de, beğenmeseler de söyleyeceğim:

Materyalistlere yakından bir bakın : Bu insanlar aptal, ahmak, geri zekâlı olmadıkları gibi çoğu kafası çalışan, zeki, olayları değerlendirecek kapasitede akıllı, düzenli, prensip sahibi kişiler olduğu gerçeğini görürsünüz. Ancak yine bu insanların ; hiç bir tesadüfün peşisıra bu kadar mükemmel düzeni getirmesinin vaki olamayacağını düşünmek, kafa yormak gibi bir zahmete katlanmayacak kadar da, tembel olduklarının farkına varırsınız.

Kâinat, gerçekten mükemmel, hem de olağan üstü bir düzene sahiptir. Bu düzende ki mükemmeliyet önceden belirlenmiş, değişmeyen kendi kuralları doğrultusunda süregelmekte, ritmik olarak tekrarlanmaktadır.

Ama deneye, ispatlamaya, çok önem veren varoluşçuların, eksiztansiyalistlerin iddia ettiği gibi, varoluşun özden önce geldiği ve özü, sürekli olarak yarattığı varsayımı deney ile ispatlanmış değildir. Ve yeter derecede doğrulanmış da değildir. Bu bir faraziye, bir hipotez, teorik bir düşünceden ibarettir. Üstelik varsayımın temelindeki ana beton “tesadüf” gibi gerçekle ilgisi bulunmayan çok yumuşak ve çürük bir zeminden ibarettir. Çimento, kum ve harçtan yoksundur.

Maddeyi teşkil eden, molekülün atom ve elektronun iyonların ilk birleşmesinin bir tesadüfle oluştuğunu iddiaya kalkışmak, olmadığını da hem de daha büyük bir ihtimalle, peşin kabul etmek demektir.

Çünkü, “tesadüf” küçük bir olasılığa dayanır. Olağandan epey az miktardaki düzensiz, nizamsız, rastgele bir durumdur. Bir oluş, bir olgu, bir vakı’a bile değildir. Olmama şansı olmasından fazla yüzdeye sahip demektir. Tesadüflerde olasılık yüzdesi, elli-altmış-seksen-doksan değildir. Bu miktarları bulsa, zaten adına “tesadüf “denmez, gerçeklik veya gerçeğe yakınlıktan sözedilir.

Tesadüflerde olasılık derecesi, daima çok düşüktür. Yüzde 1, binde bir gibi.

Kainatın ve maddenin oluşunda rolû bulunan binde bir veya yüzde birden az derecedeki etkenin adı nedir ? Herhalde “tesadüf” diyecekler. Veya belki de ad koyamayacaklardır. Onlardan bir ad koymalarını ısrarla isteyelim. Ve o adı koymadan önce mutlaka düşünmelerini de isteyelim. Çünkü oluşun temelini teşkil eden, başlangıçta başına buyruk dolaştığını söyledikleri iki iyon veya atomun, ilk defa birbirleriyle birleşmesini sağlayan, onlara “ol” diyen, “birleş” diyen, güç gerçekte mevcuttur. Böyle bir gücün “var olduğunu” kabul etmediğiniz sürece, ilk iki atomun birleşmesini inandırıcı hiç bir varsayımla, hipotezle anlatmanız mümkün olmaz. Ömrünüz eskilerin “lâf-ı güzaf” dedikleri boş ve faydasız çene çalmayla geçer gider.

Yine ateistlere, yaratılışlarındaki yüceliğe daima en ön plânda saygı duyduğum için, insan değerini çok yakından görebilen bir meslek mensubu olarak, eğer mü’minlerin :

“Allah (C.C.)’u” deyişlerini aynen söylemekten illâki kaçınacaklarsa bu güce isterlerse “Tanrı” desinler. Yani var olan gücü “tesadüf” gibi en olağan dışı, en son akla gelebilecek bir hayale değil, “gücü”de vasıflandırarak ad koyabilecekleri bir temele oturtsunlar. Ve ateizmden ıraklaşıp “teizm”i  içlerine sindirsinler. Böylece daha çok gerçekçi, maddenin özündeki öze daha kolay yaklaşacak bir yolu seçmiş olsunlar.

Esasen yüce yaratıcı kendini, varlığını, gücünü, en mükemmel eseri insan başta olmak üzere, diğer bütün yarattıklarında açık seçik göstermiş ve bunu kitab-ı Azimüşsanda, ‘Kur’anı Keriminde delilleriyle birlikte pekçok kez gözler önüne sermiştir. Dikkatlerimizi, aklımızı, idrakimizi, sezilerimizi, bu delillere yöneltmemizi emretmişlerdir.

Ateistlerden istediğimiz, inananlar nasıl onların tezlerini dikkatle ve incelikle dinleyip izliyorlarsa, lütfen onlar da İslâmi tasavvufa girmeye çalıştığımız burada, Kur’ani azimüşşanın önümüze sürdüğü delilleri, ayetleri, peşin hükümler saptamadan, ön yargıdan uzaklaşarak, bizimle birlikte dikkatle okuyup dinleyip, görüp anlama ve kavrama zahmetine katlansınlar. Gerçeğe, İlâhi bir gerçeğe yaklaştıklarını hissedecekler, farkedecekler.

Hatta hatta burada beklemedikleri bir teklifi de sunacağım : Gelin tek Allah’a, tek Tanrıya inanan dinleri yakından inceleyin, araştırın. Sizi İlâhi gerçekten uzak tutan tembelliğinizi üzerinizden atın. Hayâl edemeyeceğiniz kadar güzel, çok yakınınıza geldiği halde, çok uzağında kaldığınız apayrı yepyeni, streslerden, marazlardan, kötülüklerden kurtulup, semalarında kanat çırpacağınız bir dünyaya kavuşun.. Tasavvuf dünyasına.

Araya yerleştirdiğimiz iki ek konuyu takiben, Tasavvuf ummanında az daha açılabilmek umuduyla yine bir ustanın peşinde, saygıdeğer hocam Prof. Dr. Agâh Çubukçu’nun, “Türk İslâm Düşünürleri” eserinde Tasavvufun bir başka köşesini tutalım.

İslâmiyetin kuruluş yıllarını takib eden devrede müslümanlar kendi dinlerini sapık düşüncelere karşı savunmak lüzumunu duydular. Allah’ın varlığını, sıfatlarını ve ahirete ait meseleleri, hem mantiki biçimde hem de nakillere dayanarak açıkladılar. Böylece “Kelâm ilmi” doğdu.

Hicri II. yy.’dan itibaren düşünceler arttı. İslâm zühtünde ileri gidenler daha çok Allah’a yaklaşmak istediler.

Tasavvuf ekollerinin ortaya çıkmasında Yunan, Hind ve İran etkisinin bulunabileceğinden söz edenler çıkabilir. Ancak İslâm tasavvufunun doğmasındaki temel unsur Allah’a yaklaşma çabasıdır.

Çile çeken dara düşen insanlar, bu durumdan kurtulmak için, Allah’a yaklaşmaya, bunun daha çok ibadet etmeyi gerektirdiğine kanaat getirdiler. Bu çabanın yerine getirilmesi esnasında kendilerinde yeteri güç bulamayınca da bir dinî liderin ilminden, yol gösterisinden faydalanmak gereğini hissettiler. Böylece “şeyhe bağlanma” doğdu. İslâm mutasavvıfları gönül temizliğine, ahlâk güzelliğine, derûnî yani içten, kalpten düşünceye önem vererek islâmın emirlerinden uzak kalmamaya da özen gösterdiler.

Türkler, islâmdan önce de doğayı seven, kadına hürmet gösteren, yiğit davranan, gök tanrıya saygılı büyük bir ulustu.

Savaşlar nedeniyle diğer uluslarla yakın ilişkileri olmuş Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Mazdeizm’den ve Hristiyanlıktan haberleri var. Müslümanlığı kabul ettikten sonra da bağnazlık göstermediler. Çeşitli topluluklar ve inançlar arasında yakınlaşmayı sağladılar. Varlık anlayışında, insanın değerinde, ahlâki ilkelerde Türk felsefesini İslâmi kavramlarla anlattılar. “İslâmda zorlama yoktur” mealindeki ayeti (Bakara 185) göz önüne alarak vicdan özgürlüğüne saygı duydular.

Harpler, kavgalar düşmanlıklar, hoşgörü yerine kinin, nefretin, yer aldığı, bugünkü dünyada da aynı görevi ifa etmenin Türklere düşeceği görüşündeyim. Allah’a varan bütün İlâhî, Kitabî dinlerin merkezi odak noktası durumundaki Türkiye bu karizmatik görevi istese de, istemese de er geç yapmak zorunluluğunda kalacaktır. Çünkü bu aynı zamanda dinî bir vazifedir.

Kur’anı Azimüşsan, varlığın esasıyla “benimiz” arasındaki düğümü çözme görevini bize yüklemiştir. Buna arkanızı dönemezsiniz. Biyolojik ve Fizyolojik sırların ötesinde, psiko-metapisişik olgular, ne kadar görmezden gelirsek gelelim, her an  karşımıza çıkmakta, onlarla yüzyüze gelmekteyiz. Yûnus Emre ile ilgili eski bir yapıtımdan alıntılar yapacağım (62).

Çevremizde çeşitli yaş ve meslekte insanlar var. Onlara yakından bakın. Kimileri canlı, cıvıl cıvıl. Zekâ dediğimiz bir enerjinin varlığını hissediyor, sanki görüyorsunuz. Kimileri ot gibi. Ha varlığı, ha yokluğu. Size iyi bakmanızı söylemiştim. Yaklaşın, ot gibi gözüküyor dediklerimizin bile, aslında bir özel yanları, zannedilenden ilerde bazı hususiyetleri vardır. Şu halde; anomaliler, zihin gerilikleri ve diğer bozukluklar dışında ki her insanda faydalanılabilir bir güç, bir kuvvet bulunmaktadır.

Bunu iyi anlatabilmek için, adına “Beyingücü” deyip örnekleme yapacağım. İnsan beynini önce, dev bilgisayarlarla kıyaslayalım. Hani sık, sık yarı iletkenlerden, silisyum dioksit, üçüncü veya beşinci grup elementlerden bahsederler. Japonların bir santimetrekareye ikiyüzellialtı transistor yerleştirdiklerini söylerler. Bir transistöre onbin sayfalık kitap aktarılıyormuş. Yarım veya bir santimetrekaradeki transistörlere iki trilyon beşyüzaltmışmilyar sayfalık bilgi yerleştiriliyormuş. Böylesine modern, böylesine üstün yapılı bilgisayarların pek çok adedinî yanyana getirip teraziye koyun. Karşı kefeye de insan beyninden bir parçacık yerleştirin. Güçlü, kuvvetli olanın, ağır çekenin insan beyni olduğunu görürsünüz.

Sorsanız ve deseniz ki :

-Tasavvurun üzerinde güce sahip olan beynimizden yararlanabiliyor muyuz ?

Cevabım :

-Yararlanıyoruz şeklinde olacaktır. Ama hangi oranda ?

Bugünkü ölçülere göre sınırsız diyebileceğimiz bu gücün, genelde yüzde beşinden istifade ediyoruz. Yani yirmide birini kullanıma alıyoruz. Ondokuzunu potansiyel olarak tembel, pasif durumda saklıyoruz. Faydalandığımız miktarı artırmak mümkün. Bazı bilgiler, tedbirler, çalışmalarla beyin gücünden faydalanmayı yirmide bir yerine yirmide ikiye ulaştırma olanağına kavuşursak, olağanüstünlüğe erişme durumu doğar. Deha biraz da budur. Söylediklerimi anlaşılır yapmak için maddi, nesnel örnekler vereceğim :

Einstein’in beyninde nöron başına düşen glia hücrelerinin diğer insanlardakinden çok olduğu görülmüştür. Bunları daha da çok yapmak, çoğaltmayı bilmekle mümkün olur. Bu ne demektir, düşünebiliyor musunuz ? Normal doğan her insan beyni, bazı işlemlerle, herhangi dahinin beyninden ileriye götürülebilir. Bunun nasıl mümkün kılınacağı konusuna bir başka vakit değinelim. Mevzudan uzaklaşmamak için tembel, atıl halde taşıdığımız beyin enerjisini halen kullandığımızdan iki, üç, dört kata çıkarabilsek neler olur ? Birkaç cümle ile anlatalım :

Hani zaman zaman gazete haberlerinde okursunuz. Bazı insanlarda mıknatıs gücü olurmuş. Kimileri bakışları ile çeliği büker, bir el hareketi sonucu diğer insanları yere mıhlar, maddeleri eşyayı hareket ettirir, kesmeden, biçmeden ameliyat eder, iz bırakmadan yaraları iyileştirir, geleceği, olacağı haber verir, ruhları çağırır, geçmişle köprü kurar, ta uzaktaki olayları hisseder, işitir, görür.

İşte, beyin gücünden yararlanma oranı artıkça, bugün için şurada burada rastlanan, çoğu zaman bilim-kurgu filmlerine konu yapılan olağanüstülükler o vakit, artık normal olaylar haline gelir. Bunları herkesin yapabildiği görülür. Bu kadarla da kalmaz, beyin gücünden yararlanma oranı artıkça, örneğin yüzde elliye yaklaştıkça zaman ve mekân yok olur. Sabah kahvaltı masasında çayın şekerini karıştırdığınız süre içerisinde Amerika’ya, Japonya’ya hatta gökyüzüne uzaya varır, gezer, görür ve dönersiniz. Daha ötesi geçmişe ve geleceğe, bin yıllar öncesine veya ötesine ulaşmanız mümkün olur. Hani bilim-kurgu filmlerindeki ışınlamalar, zaman makinelerine girip çıkmalar gibi.

“ Gerçek ile hayal arasındaki sınırı yok ettiniz.” diyebilirsiniz.

Hakikatte böyle bir sınır yoktur, O sınırı insanoğlu yaratmıştır. Yüzyıl evvel binyıl evvel hayal saydığını, aynı insan şimdi gerçek olarak kabul etmektedir. Bugünkü hayaller bir süre sonra gerçekleşecektir. Şu halde aradaki sınır insanın kendi zaafını örtbas etmek için koyduğu bir uydurmaca’dan ibarettir. Hayal ettiğiniz her şeyi hakikat yapacak güç insanda mevcuttur. Zaten hayal dediğimiz şey, beyinde var olan yaratma gücünün saçtığı manyetik dalgaların yine beyin tarafından yakalanıp, söz, yazı, resim ve diğer şekillerde ortaya konulmasından ibarettir.

Beyin gücünden yararlanmayı öğrendik sayalım. Onun tamamını yani yüzde yüzünü kullandığımızı düşünsek nereye ulaşırız ?

Şu kadarını anlatmakta yarar var :

İnsan, Tanrı’nın yarattığı en yüce varlıktır. İnsan beyni ise bu yüce varlığın en güçlü, en kudretli, en çok yeniden yapılanma yeteneğine sahip organıdır.

Yüce Allah, taşı toprağı bile atom denilen parçacıkları biraraya getirerek yaratmış; protonlar, nötronlardan çekirdek yapmış, onları birbirlerine korkunç büyüklükteki enerjilerle bağlamıştır. İnsanoğlunun bir taş parçasındaki atomları çözerek açığa çıkardığı enerjiden başka bir şey olmayan atom bombası, hidrojen bombası, nötron bombası canlıları, şehirleri, ülkeleri biranda yokedebilmektedir. Veya barışcı amaçlarda kullanıp bitmez tükenmez gözüken elektrik, ısı, mekanik enerjilere dönüştürebilmektedir.

Bir avuç taşa bu gücü yerleştiren yaratıcı, kendi özünden bir parça eklediği insana kat kat fazlasını veremez mi ?

Bilim hergün, bir önceki günden aydan, yıldan ve asırdan daha ileriye ulaşmaktadır.

Allah (c.c.)’in Yüce Kur’anı Keriminde bize apaçık sunduğu gerçeklerin yanısıra, anlamakta yetersiz kaldığımız için hâlâ çözemediğimiz, erişemediğimiz pekçok mesajın pozitif ilimler ışığında aydınlığa kavuşacağını ümit etmek zorundayız. Bu gerçeğe aykırı düşmez.

Son yılda Merihe gönderilen uydunun, oradan bize ilettiği görüntüler, resimler, analizler, kainat hakkında öğreneceğimiz daha pek çok şeyin bulunduğuna canlı örnektir.

Kur’anı Kerimde belirlediğim uzayla ilgili (kevni) ayetlerin, 29 ayrı konuda 194 ayetin dışında, dünyamız, güneş, ay ve yıldızları ile kainatta yer alan galaksiler hakkında, daha başka mesajlar da içeren ayetler var...

İşte insanoğlu, gelişen bilimlerin bize kazandıracağı yeni bilgilerin ışığında bu mesajları daha iyi algılayacak, bugün erişemediğimiz bazı sırları çözme imkânına kavuşacaktır.

Çağların içerisinde insanların olduğu gibi, toplumların sosyal gelişim grafik çizgilerinde de iniş-çıkış noktaları mevcuttur. Günümüz insanı, dünden ve geçmiş asırlardan daha çok maddeci, materyalist, inançları zayıf, çıkarını ön plâna alan, bunalımlarına çare bulmaktan aciz, bencil bir yaratık haline dönüşmektedir.

Bu husus, insanı insan yapan “lübb” dediğimiz kalbi yönünü, içinin özünü zaafa yöneltmekte ve “ulu’l-elbab- yani sırların yabancısı olmayanların” sayısını gittikçe azaltmaktadır. Bu durum da, konumuzu açıklığa kavuştururken, önemle üzerinde durulması gerekli noktalardan bir diğeridir.

Şimdi, tekrar başa :

“Kur’anın, benliğimizin derinliğinde, ilâhî sırların saklı bulunduğu ve bizim bu sırları çözmemiz gerekliği, bunun için de, aklımızdan ve idrak gücümüzden daha ilerde, özümüzle, kalbimizle, ben’imizle, benliğimizle o sırlara yaklaşmamız zorunluğu ile yüzyüze kalışımıza dönelim.

Yukarıya sıraladığım üç noktadan birinci ve ikincideki gelişmeler, sırları çözmemizde zamanla kolaylıklara sahip olacağımızı ama üçüncü nokta işimizin gittikçe zorlaşacağını gösteriyor.

Her hâlükârda insanoğlu psikometapsişik sırları çözme çalışmasından vazgeçmiyecek, bu yüzden de tasavvuf, insan hayatının bir parçası olmaya devam edecektir.

Mir’aç olayı bir ibret tablosudur.

Mir’aç, Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin, Recep ayının 27. Gecesinde, ruhen, cismen, hâl’en, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkma mucizesidir.

Kur’anı Kerimde 53. Sure Mekke’de inmiş bulunan “En-Necm” ve El-İsra surelerinde Mir’aç mucizesi duyurulmaktadır.

El-İsra 1. Ayette :

“Bir gece kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed kulunu Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.”

En Necm : 8,9,10,11 ayetler :

“Sonra ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Allah vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.”

Ayet 13,14. Ayetler :

“Andolsun onu, Sidret’ül-Münteha’nın yanında önceden bir defa  daha görmüştü.

15. ayet :

“Cennetül-Me’vâ da onun yanındadır”

16. ayet :

“Sidreyi kaplayan kaplamıştı.”

Mir’aç olayı Peygamber efendimize has bir gerçektir. Ne var ki bir olayın Kur’an vasıtasıyla tebliğ edilmesi, duyurulması, ortaya çıkan Mir’aç keyfiyetinin, sadece Allah (c.c.) ile onun son Peygamberi arasında cereyan edip geçmiş, böylece kalması gereken vakıa’dan ibaret bulunmadığı apaçık gözükmektedir. Bu, başta mü’minler olmak üzere bütün insanları ilgilendirir.

Mir’aç ile iletilen mesaj nedir ?

Önümüzdeki yıllarda, Mir’açta cereyan eden bir kısım mucizelerin, yaşamımızda yer alacak gerçeklere değiştiği görülecek midir ?

Bu sorunun evet’ten başka cevabı yoktur.

İnsanoğlu bugün için illiyetin; ana sebebin ortaya koyamadığı olaylar karşısında yine psiko-metapsisik arayışların içine girmekten, yani tasavvufla yüzyüze kalmaktan başka seçeneğe sahip değildir.

Tasavvufa biraz daha yaklaşabilmek için, konuyu sade bir dil ve akıcı bir yöntem uygulayıp okuyucuya sunan değerli kardeşimiz Ali Değirmencinin “Oluş Sırrı ve Hakka Yolculuk” adlı eserinin önsözünden bir bölümü vereceğim. (106)

“İnsan hamurunun mayasını teşkil eden, gönül aleminin tercümanlığını yapan kalbin esrarını, hikmetini ve kalb ilimlerini konu alan ve İslâm’ın azimet ve takva çerçevesinde özünü teşkil eden ana bilim dalı : <Tasavvuf> tarifiyle başladığı cümlelerini devam ettiriyor :

“Tasavvuf islâmın kalp ilimlerini esas alan, batıni Fıkıh yoludur. Ehli Sünnet yolunun (hususiyle amel ve hâl) sistemleşmiş bir ilim dalı haline gelmiş, mühim bir sahasıdır.

Tasavvuf, fetvayı esas alan Fıkıh’tan sadece sahalarının farklı olması sebebiyle ayrılır. Ruh ve mânâda, tevhid hakikatına hizmetle, kulluğun maksat ve gayesini gerçekleştirmede bir ve beraberdirler.”

Tasavvufun, kalbi meseleleri esas alıp, kemal (olgunluk) yolunu tarif etmekle, islâmın en özlü meselelerine eğildiğine dikkati çekiyor.

Tasavvufa daha yaklaşabilmek ve anlaşılırlığını kolaylaştırmak için, Prof. Dr. Süleyman Uludağ beyefendinîn, Kuşeyri’den dilimize çevirdiği, (113) “Tasavvuf terimleri, sözlüğü” isimli eserdeki bu özel terimleri kullandığımız anda açıklamasını da, vereceğim Sn. Süleyman Hocanın ön sözünde :

“Ünlü mutasavvıf Küşeyri, RİSALE adlı eserinde, herhangi bir mesleğe ve san’ata mensûb kişilerin bilgi ve hallerinin yabancılar tarafından öğrenilmesini istemedikleri için, kendilerine özgü, birtakım terimler kullandıklarını ifade eder.”

“Bu terimleri öğrenmek bir bakıma, tasavvufu öğrenmek anlamına gelir” ve :

“Tasavvufun kâl (söz ve ibare ilmi) olmayıp, hâl ilmi olduğunu, yani anlaşılması için yaşanması, öğrenilmesi için tadılması; bilinmesi için zevkine erilmesi lâzım geldiğini” ilâve eder.

Tasavvuf tarihinde bu terimlerin evreleri şöyledir :

Miladi XII. Asra kadar sufiler, ilkelerini gayet basit ve kolay anlaşılır bir dille şöylemişlerdir.

Daha sonraki asırlarda, terimlere yeniden eklenen mânâlar, bâzan terimlerin önceki anlamlarını tamamlayıcı nitelikte ise de, bâzan onlardan tamamiyle ayrı, hatta onlarla çelişki yaratacak kadar değişmiştir. FENA, BEKA, CEM, FARK gibi kelimelerde bu husus açıkça görülebilir.

XII. yy. dan sonra iki türlü tasavvuf terimi daha ortaya çıktı.

Birincisi, mahabbeti, şevk’i, aşkı, vecdi ve istiğfarı esas alan Gazali, Hemedânî, Senaî, Baklî, Attâr, Mevlânâ, Câmi ve Fahrettin Irâkî gibi büyük mutasavvuf şairler tarafından terennüm edilen, sevgi ağırlıklı tasavvuf edebiyatıdır. Yûnus Emre, Eşrefoğlu Rumi, Fuzûlî. Nâbî, Galib Dede, Nesîmî, Niyazi Mısrı bu akımın  Türçedeki en tanınmış temsilcileridir.

İkincisi : Vahdet-i Vücûd ile ilgili terimler. Marifet ve hikmet ağırlıklı bu terimlerle adeta özel bir dil meydana getirilmişdir. İbni Arabinin ve Kâşâni’nin, ayni adı taşıyan Istılâhâtu’s-Sûfiye sözlüğü, Seyyid’in Tasavvuf’rifat adlı eseri bu gurup’ta önemli örneklerdir.

XII. yy ve sonrasında karşımıza çıkan üç türlü Tasavvuf terimlerine bir dördüncü olarak :

Her tarikatın, kendinî ifade için kullandığı, tarikat ve tekke hayatı ile ilgili deyimleri içeren terimleri eklememiz gerekir. Sühreverdi’nin <Avârifu’l-Mâârif>ini örnek gösterebileceğimiz gibi; Mevlevîlik , Melâmîlik, Kadîrilik, Rifaîlik, Halvetîlik, Nakşibendîlik ve Bektâşîlik gibi büyük tarikatlarda bu tür terimler daima yer almıştır.

*

Tasavvuf konusu bitmez. Onu burada bırakmak zorundayım. “İnsanın kendinî bilmesi, Rabbini bilmesini götürür.” Dedik.

İnsan anatomisi, Histolojik (doku) yapısı, Fizyolojisi (organ görev ve fonksiyonları) embriyolojisi (Rüseym, Cenin gelişmesi) ve insanla ilgili bütün bilimlere inildikçe yaratılışdaki mükemmeliyetin olağanüstü görünümü, yaratıcının gücünü gözler önüne serer.

O gücü, Allahı (CC) kendinde bulabilen kul, yani insan, gerçeğe daha kolay ulaşır.

İşte tasavvuf budur.

Biraz yukarda, İmamı Gazali’nin yolumuza ışık tutan kılavuzluğundan yararlandık. “Bu gerçeğe erişmede, yani tasavvufta birçok engellerin aşılması gerekir” dedik. Ve cihad-ı ekber’den (büyük cihad’dan) sözettik.

Özetlersek : Bu yolda ilk önce karşımıza “Nefsîmiz çıkar. Onun aşılması “cihad” ile “cihadı ekberle” yani nefis mücadelesi ile başlar.

İkinci engel : “Heva vü Heves” dir. Zevk ve şehvetlerdir.

Üçüncü engel : “Şeytan”

Dördüncü engel : “Dünya”nın kendisidir.

Bu engellerin aşılması için yapılan çalışmalarla :

1- Organlarımızın (uzuvlarımızın), islâmın ilâhî emirlerine karşı gelmemesi, yani uyması suretiyle; kalbimiz “Hikmet”in (kainatla ve yaratılıştaki ilâhî amacın) kaynaklarına ulaşır.

2- Nefsîmizi kötü huy ve alışkanlıklardan uzak tutmak yoluyla; ilm ü Ledün’ün (Allahın insana ilham ettiği, ilâhî, ilim, hikmet ve gizliliklerin)sırlarına bildik, aşina, vakıf olur.

3- Kalbimizdeki uyuşukluk, aymazlık (gaflet) ve dalgınlıktan sıyrılarak; bizden çok önde mertebelere, aşama ve rütbelere ulaşanların, dua, yakarı, ibadetlerini anlama ve görmeye mazhar olur, erişir.

4- Yaratanın sırrını keşf için, gam, keder ve üzüntülerden uzaklaşarak; Allaha yaklaşmanın belirtilerini, nurlarını hisseder.

5- Şeytanın ve Nefs’in verdiği kuruntuları ve vesveseleri yenerek; Allah aşk ve sevgisinin parıltılarını görür.

6- Aklımızı, zihnimizi boş düşüncelerden arıtarak, daha dünyada iken, kendimizi cennet bahçelerinde buluruz.

Ama, bütün bunları : dünyaya, insanlara; dağları, ormanları, suları ve sair canlıları ile birlikte, yaratılmış kainatın tümüne zarar vermeden, sadece ve sadece Allahın rızası için, herhangi çıkarı veya karşılığı ummadan, beklemeden yapmalıyız. Hizmet vermeli, emek harcamalıyız.

Dahası;

Sıtk ile, aşk ile, tantanasız, gösterişsiz, sadece ve sadece Allah’ın (CC) rızasını kazanma isteğini içimizde duya duya yapacağımız uğraşların ardından büyük olasılıkla erişeceğimiz mertebeyi, başkalarına faş etmeyecek, göstermeyecek, bildirmeyecek, belli etmeyeceğiz. Alayiş, tantana ihlâsa ulaşamamaktan kaynaklanır.

Ve kısa kesmem gerektiğini bile bile, sözlerime biraz daha devam etmek zorunluğuna boyun eğiyorum.

İleride niçinini de açıklayacağım.

İnanan kişi, inancının ona yüklediği yükü taşımakla mükelleftir, borçludur. Bundan kimse şüphe duyamaz ve şikayet hakkına sahip değildir.

Ne var ki, yine hiç kimse, “ben borcumu ödeyip kurtuldum” diyerek, kendisini emniyette hissetmeye izinli de değildir.

Bu yüzden içimizdeki “ben” “daha ne yapmalıyım, nasıl düze çıkabilirim, hangi yol beni kurtuluşa esenliğe güvenliğe, sırat-ı müstakim’e götürür? sorusunu sorar durur.

Dünyanın en değerli serveti, “Nasihat”tır. Ayni zamanda en ucuz serveti de yine “Nasihat”tır.

Kendime kıt kanaat yetecek aklımı, sizlere öğüt vererek, harcamayı düşünmüyorum. Ancak konunun getirdiği zorunlukla kısa sözcükleri kağıt üzerine dökmekte yarar görüyorum :

Öncelikle, Allaha sıdk ile sarılan ortada kalmaz diyorum.

O : “Mümin iseniz benden korkun ve ‘hafüni in küntum mü’minin” (Al-i İmran, 175 sonu) diyor. Ama yine Hak Teala : “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir = Hasbinallah ve niğmel vekîl” dememizi de emrediyor.

O’na inanın, O’na güvenin, O’nunla “bir olmaya”, birlikte olmaya koşun !

Yaratılmışların en mükemmeli olduğu için, “Ahseni Takvim” deyimiyle vasıflandırılan insanın temel amacı, rabbini bilmektir. (Marifetullah) Bu bilince ise, insanın kendi nefsîni tanıması, o nefisle mücadeleyi (cihad-ı ekber) öğrenmesi, Hakk’ı sevmesi (Muhabbetullah) ile ulaşılır.

Bu yolda en güçlü araç, en etkili silah, en hızlı ulaşım aleti “zikir” sokağında bulunur.

Allah (CC), Kur’anı Azimüşsanda (Ankebut Suresi, 45. Ayet) :

“(Resulum !) Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allahı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarını bilir” emirleriyle, “Allahı anmayı” yani “zikr”i, namazdan ayrı, fakat onun devamı derecesinde gösteriyor. Zikir apayrı bir önem taşıyor. Ayetin mealinde, zahiren ve batınî olarak ta, namazın devamı, yani farzın devamı şeklinde karşımıza çıkarılan zikir için, özel bir usul ve erkan da gerekebilir. Fakat siz Onu, imanın özü, Kur’anın sırrı olan Kelime-i Tevhid : “La ilâhe illâllah” ile de ifa etseniz maksat yerini bulmuş olacaktır.

*

Sana Direm iy Veli

Sana direm iy veli tur irte namazına

Eğer değülsen ölü tur irte namazına

 

Ezan okur müezzin çağırur Allah adın

Yıkma dinün bünyâdın tur irte namazına

 

Ağar pervâza kuşlar tesbih okur ağaçlar

Himmet alan kardaşlar tur irte namazına

 

Namaz kıl zikr eyle elün götür şükr eyle

Öleceğin fikr eyle tur irte namazına

 

Namaz kıl yarağ olsun ahretde gerek olsun

Sinlende çırağ olsun tur irte namazına

 

Namaz kıl imâm-ıla yatmagıl gümân-ıla

Gidersin imân-ıla tur irte namazına

 

Çıka gide can dahı şöyle kala ten dahı

Derviş Yûnus sen dahı tur irte namazına...

 

AÇIKLAMA : Sana diyorum ey veli, sabah namazına dur. Eğer ölmemişsen sabah namazına dur. Sabah namazını vaktinde edâ et.

Görmez misin ki ezan okuyup duruyor müezzin, Allah’ın adını ilan ediyor, gökleri (Allah en büyüktür!) diyerek inletiyor. Öyleyse namazı terk edip de dinîn direğini yıkma, sabah namazına dur...

Kuşlar kanat çırpa çırpa uçarlar, Allah’Ý zikreder ne varsa âlem içinde. Ağaçlar daldan kollarını, yapraktan ellerini, çiçekten dillerini açmışlar da yüce yaratıcıya niyaz ediyorlar. Ey himmetli kardeşim, dur sabah namazına...

Namazını tastamam kıl, Rabb-i Kerîm’ini zikreyle, elini kaldır şükreyle, öleceğin anı düşün ve fikriyle, dur sabah namazına...

Namazını tastamam kıl, azığını hazırla. Çünkü ahirette bu namaz msana gerektir, mezarında ışık olacaktır, dur sabah namazına...

Namazı imama uyarak ve cemaatle birlikte kıl, yatıp uyuma şüphe ve zan ile, idersin iman ile, dur sabah namazına...

Bir gün bu bedenden can dahi çıkıp gidecek, ten ortada bir taş gibi hissiz kalacak ve dünya değişecek... Derviş Yûnus, sen dahi dur sabah namazına...

Hadis Meâli : Namaz dinîn direğidir, kim ki namazını kılarsı dinîni doğrultmuş olur, kim de terk ederse yıkmış olur...

*

Asılda, dinî emirleri, ibadet ve zikirleri, farz ve sünnetin esaslarını, okumak suretiyle veya bilenlere sorarak öğrenip uygulamak daha evlâdır.

Ancak sizi dinî konularda bilgilendirecek, öğretecek, kılavuzluk edecek, önünüze düşecek mürşidleri çok dikkatle ve titizlikle seçmek zorundasınız. Kendinde bu mertebeyi bu yetkiyi gören yol gösterici, kılavuz, eğer her yönüyle gerçekten yeterliyse ne alâ yoksa bu çok hassas görevde en küçük bir nakısa, bilgisizlik veya yetersizlikten doğacak büyük günah kendisini de, ona tabi olacak iyi niyetli müslüman kardeşlerimizi de Allah indinde sorumlu kılacaktır.

Ben, sade vatandaşlarımıza, hemşehrilerimize ve ilgilenen herkese bir noktaya daha açıklık getirerek bitireceğim :

Türkiyede günümüzün insanı, belki çok çok evvelkilerden değil ama, dünden ve dünden öncesindekilerden daha iyi, daha hayırlı ve daha güvenli bir yoldadır. Zaten iyi insan olmanın, mükemmelliğin gerekleri ortada :

“Eğer bir kimse Allaha inanıyor, O’nun meleklerine, gönderdiği kitaplarına ve Resullerine, ahiret gününe, kadere, iyilik ve fenalığın Allahtan geldiğine, ölümden sonra tekrar dirileceğimize, hesap gününe itikat ile bunlara şehadet ediyor, “Yüce Allah’tan gayri yaratıcı yoktur” Muhammed Mustafa (SAV) efendimiz de Onun Resulüdür” diyerek, dili ve kalbiyle ikrar ediyor, söylüyorsa ;

Üzerine düşün farzlara ve Peygamberimizin sünnetlerine uyarak, namazını kılıyor, orucunu tutuyor, şartlar uyarsa Haccını yapıyor, zekâtını veriyor, yalan söylemiyor, ölçüsüne, kantarına, terazisine, metre’sine, kılı kırk yararcasına dikkat ediyor, kul hakkını gözetiyor, görevinde hizmetinde saatine vaktine dikkat ederek kaytarma yapmıyor, düzen, hile, şek ve aldatmacılıktan sakınıyorsa,

Gönül kırmaktan kaçıyor, hoşgörü gösterebiliyor, başkalarına hizmetten haz duyuyor, komşu hakkına riayet ediyor, milletin hakkını düşünerek, devlete vergisini tam ödüyor, zorunlu kamu hizmetlerine gönüllü koşuyorsa,

Kazanç için tamahkârlıkta bulunmuyor, tok gözlü, tok gönüllü davranabiliyor, rızkı veren Allah’a şükrünü eda ediyor, verenin de alanında “O” olduğuna şüphesi yok, ama, kazanmak için sıtk ile, dürüstlükle çalışmak, helâlinden kazanmaya herşeyden önce dikkat etmek gereğine uyup, kendinî daima kontrol, murakabe altında tutuyorsa.

Kibir, gurur ve ben’lik duygusuna kapılmıyor, her insanın toplum içinde de, Allah indinde de hür ve diğer insanlara eşit bulunduğuna samimiyetle inanıyor, haklarının sınırları nerede başlayıp, nerede diğerlerininkine yaklaşıp bittiğini bilerek, hak’a riayeti Hakk’a riayet sayıyor, hukukun anlamını idrak ediyorsa,

Devlet ve Amme malına ziyan vermekten kaçınmayı herşeyden önce tutuyor, kanun ve nizamlara uyuyor, örf ve âdetlere saygı gösteriyor, yetim hakkı kadar, komşu hakkını, sosyal hukuku; fakir fukaranın, hatta bütün milletin; “bizim” dediğimiz maddi varlıklarımızda haklarının bulunduğunu hissedebiliyorsa,

Vatana, milletine, bayrağına, diline,dinîne her hâl ve şeraitte sahipleniyor, onları yüceltmeye gönüllü koşuyor, geçmişine ilgi ve saygı gösterirken, geleceği için fedakârlık ve feragattan kaçmıyorsa, sadece insanlara değil, hayvanlara da, ağaca ormana, suya, canlı cansız tabiata değer vererek onları koruyup kolluyor, büyütüp, bakmaktan geri durmuyorsa,

Ve bütün bu sayılanları para, şan, şöhret, ün, çıkar, bir karşılık için değil de sadece ve sadece Allahın rızası için yapıyor, bunu, başkaları kadar kendi vicdanı da kayıtsız şartsız doğruluyorsa,

Ne mutlu o kişiye ki, iyi yoldadır. İyilerin yolunda, Hakk’ın yolundadır.

Allah’ın kullarına vaddettiği nimetlere mutlaka erişecektir. Dünyasının da, ahiretinin de aydınlığa kavuşacağına dair içinde bir şüphe taşımadan, Sırat-ı Müstakimden ayrılmayıp yoluna devam etsin diyorum.

*

Bu sıraladıklarım nasihat değil, hatırlatma, iyi dilek ve temenninin kapısını aralama çabasıdır. Asıl amacım ise, bir başka uyarıda bulunmak :

Gerek İslâmi kurallar, gerekse toplum anane, gelenek ve görenekleri hatta çoğu kanunlar insan içindir, insanların yararı içindir. Onlara uymak ta zor değildir. Söylemek istediğim, hatırlatmaya çalıştığım, bu kadar kolay uygulanabilecek zorunlukları azımsayıp, daha çoğunu yapmaya kalkışmanın, bekleneninden aksine, sevap yerine günah, fayda yerine kayıp, mükafaat yerine ceza getirebileceği korkusudur.

İbadet güzel bir uğraştır. Üstelik bir borcun edasıdır. Ancak daha çoğunu yapıp, daha büyük mükafaat kazanmak düşüncesiyle farzların da ötesine talip olursanız, bilerek ve isteyerek götürebileceğinizden ağır yükün altına sokulup, ölçüyü kaçırabilirsiniz; risklerin de, girdiğiniz taahhütlerin büyümesiyle çoğalacağını unutmamalısınız.

Sonbeş asırda, islâm aleminde uygulamadaki yanlışlıklarından doğan hatalar islâma da müslümanlara da bir takım zararlar getirmiştir.

Ehli tarikat artık, gerçek tarikattan uzaklaşmış, akla hayale gelmeyecek sayıda şeyhler, mürşidler ortaya çıkmış, din kurallarını yeterli öğrenmeyen, fıkhı bilmeyen, şeriattan, ilimden habersiz, kendine, kendi seviyesine, din bilgisine,davranışlarına bakacak zaman ayırmaya gerek görmeden başkalarının kusur ve eksiklerine karışan, hayalî fetvalar veren bir zümre türemiştir.

Unutulmamalıdır ki :

İmami Gazali, İmamı Rabbani gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarik :

“Bir tek sünnet-i seniyyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve mevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir sünneti seniyye dahi, bin âdâb ı tasavvufa müreccahtır!” demişlerdir. (114)

Dinîn, İslâmın, tasavvufun, tarikatın, şeriatın doruğuna, en yüksek şeyhlik mertebesine ulaşmış bir üstad ve diğer veliler :

Yüz âdâb ve nafile ibadet, bir sünnetten daha az makbul,bin tasavvuf usul ve davranışı, yani tarikat bir tek sünneti yerine getirmekten geride, bin sünnet ise, bir farza eş, hatta bin sünnetten fazlası ancak bir farzı karşılıyorsa; bir farzın ifası ile, en azından bin sünnet bir milyon tasavvuf ve onun uygulaması olan tarikat gereklerinin yerine getirilmesine, yüz milyon kere nafile ibadete bedel, hatta daha yüksekte olduğu anlaşılıyor.

Bu hükmü veren kişi ben olsam “geç yiğidim, senin aklın bunlara ermez” diyebilirsiniz. Ama söyleyen İmamı Gazali ve İmamı Rabbani gibi muhakkikin (Hakikatin iç yüzünü araştırıp bulan büyük islâm alim ve velileri) olunca, doğruluğundan şüpheye düşüp itirazı akıllarından geçirenlere karşı, “geç yiğidim” deme hakkı bize düşer.