BÖLÜM  VII

Tasavvuf- İSLÂMİ TASAVVUF

Türk Dilinin Anadolu’daki üç temel direği : “Üç Karamanlı” dizimizin ikincisinde yeralan YÛNUS EMRE’yi size her yönüyle sunmak isterim.

Dizimizdeki ana amaç “ Türk Dili ve Karaman” daha doğrusu Karamanlılar olduğu göz önüne alınırsa, nasıl zor bir durum içinde bulunduğum daha iyi anlaşılır.

Vermek istediğim pek çok mesaj var, söylenecek çok söz sırasını bekliyor. Bunları firenlemek zorundayım; okuyucuya sayfalar dolusu “lâf sunmak” istemiyorum, ama susup vaz geçemeyeceğim bir çok olgu, bir çok olay, bir çok konu var. İlk bakışta gereksiz sayılabilecek anlatımların derine inildikçe vazgeçilmez olduğu görülür. Başka bir deyişle, vakıanın içine nüfuz edebilmek, özünü anlayabilmek için teferruata, detaya, fazladanmış gözüken açıklamalara mutlak ihtiyaç doğar, aksi halde iletmek istediğinizi hedefine ulaştıramazsınız.

İşte, çok ince, çok nazik, çok derin bir yapıya sahip olan tasavvuf konusu da böylesine dikkat ve itinayı gerektirir. Tasavvuf olmadan, onu bilmeden hiç değilse onu tanımlayacak kadar ön bilgiye sahip olmadan “Yûnus Emre’yi” bilmeniz, tanımanız olağan dışıdır. Çoğu düşünürümüzün söylediği gibi siz de: “Yûnus Emre, geçmişte yaşamış bir halk ozanı, değerli bir şair, bir aşık” der kurtulursunuz, ama tarif ettiğiniz kişi asla bizim Yûnus Emre’miz değildir.

Tasavvufa başlarken burada mistitizmi, genel tasavvufu, kelimenin çıkış nedenini enine boyuna anlatarak, konuyu dağıtmakta istemiyorum. Amacım “İslâm’î tasavvufu” ele almaktır.

En azından Yedi bin yıl öncesinde İslâmî tasavvuf umdeleri daha bilinmezken de düşünen, aklını yeterince kullanabilen, aynı zamanda içindeki öz’ü fark edip, Allah’ın kendilerine bahşettiği ayrıcalığın hakkını vererek kainata ve yaratılmışlara farklı açıdan bakabilenlerin varoldukları gerçektir. Yaratanın gücünü hisseden, anlayan, duyabilen, görebilen, bu akıllı kişiler, genel tasavvuf görüşünün tarifine, ifadeleşmesine harç koymuş olabilirler.

İslâmi tasavvuf ise:

Yani Kur’an ve Sünnete dayalı tasavvuf görüşü ise , Kur’an da yer aldığı Peygamberimiz tarafından açıkça beyan edildiği halde, onun vefatından Yüzyılı aşkın süre sonrasında (H: II.yy. da) şekillenmeye, üzerinde tartışılmaya başlanmış, Bin iki yüz yıldan beri de metotları belirlenerek , netleşmiş tamamen aydınlığa çıkarılmış, iç alemimizdeki yuvasına yerleşmiştir.

Ortada bu gerçek saptanmışken mistitizm ile tasavvuf arasında bağ kurmak fantezi yaratmak olur. Yine de  mistitizm ile tasavvuf arasını yaklaştırmaya çalışan bir görüş örneği üzerinde bir kaç satırla duracağım:

Annemarie Sehimmel’in “tek bir hakikatin bilincine varmak” şeklinde tarif ettiği mistitizm ile tasavvufu açıklamaya çalışması ayrıca mistitizmi “mutlak aşk” olarak tanımlayıp, “gerçek mistitizmi basit bir çilecilik’ten ayıran güç aşktır.” hükmünü çıkarması, yukarıda bahsettiğim durum göz önüne alınınca daha kolay anlaşılır. (100)

Ve... “ Allah aşkı, peşinden koşanı, onu sınamak ve ruhunu arıtmak için Allah’ın üzerine yağdıracağı bütün acılara ve sıkıntılara katlanmaya, dahası onlardan tat almaya götürür. Bu aşk mistiğin yüreğini (avını kaptığı gibi uçuran şahin örneği) Allah’ın huzuruna çıkarıverir.” düşüncesi de aynı açıdan yorumlanmalıdır.

Esasen İslâm dünyası dışında , mistitizm ile tasavvuf arasında bağ kurma çabası, orta çağdan öncesine uzanır. Sonraki dönemlerde, yani XIV ve XV y.yılları takiben Avrupa, İslâmi tasavvufu öğrenmeye başlamış tepki gösterenler olduğu gibi ondan yararlananlar da ortaya çıkmıştır.

Katalonyalı Ramon Lull, Fransız Joinville, hikaye yazarı Max Well, Rostok Üniversitesinden Rabricius, Adam Atearius, Sir William Jones, Alman yazar Profesör Tholuck; sonraları A.J. Arberry ve daha pek çoğunun ister mistitizm ister tasavvuf hangi adı kullanırsa kullansınlar, etkilendikleri, benimsedikleri veya ele aldıkları gerçek tasavvuftan ibarettir. Yani İslâmi tasavvuftur.

Avrupalı yazarlardan bazılarının İslâmi tasavvufun kökeninde  İran, Uzakdoğu Hint, Çin, Tao etkisini  iddia veya ispata kalkışmaları da fanteziden öteye gidemez.

Hatta İslâm dışında teolojik veya Felsefi görüşlerle de İslâmi tasavvufu bağdaştırmaya kalkışmak mesnetsiz, tutarsız bir çaba olarak değerlendirilebilir. Çünkü İslâmi tasavvufun kökeninde Kur’an-ı Kerîm vardır. Yani dünyanın yaratıldığı ilk günden buyana gelmiş geçmiş bütün devirlerin en yüce eseri, en kutsal kitabı Kelâmullah, Allah’ın kelâmı vardır.

Zumer Suresi, 23. Ayet:

“Allah Ayetleri, Biri birine benzeyen ve mükerrem gelen kitabı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.” ayetinde buyrulduğu gibi.

 Nitekim, yine Avrupalı birçok yazar bunu kabullenmiştir. Louis Massignon’un “Allah aşkı Şehidi” adıyle, Hallacı Manusur’un kişiliği  üzerindeki araştırmalarında; Helmut Ritter’in “Ruh Ummanı” adlı, Feridüddin Muhammed  Attar üzerine yazdığı kitaplardaki konular İslâmi tasavvuftan ibarettir, mistitizm ile izah edilmeleri yetersiz kalır.

Tasavvufa yaklaşmaya çalışırken gerçek Sofilerin yani tasavvuf erbabının ağzından dökülen incilerle, sofiliği öğrenmeye başlayalım:

“Onlar, bu dünyayı yüzüstü bırakan, evini barkını terk eden, dostlarından kaçanlardı. Bu dünya malına ancak ayıp yerlerini örtecek, kendileri de açlıktan ölmeyecek kadar değer veriyorlardı.” (Kelebazi. Öl.:990)

“Sofilik ibadet etmek, oruç tutmak değildir. İhlâstır, ruh cömertliğidir.” (Cüneyd-i Bağdadi Öl:910)

“Sofi örneği, Kur'an da  adı geçen Peygamberlerde vardır. (Cüneyd-i Bağdadi Öl:910)

Gelin, söyleyenlere değil söylenenlere bakalım: “Sofilik ne bir şeye sahip olmaktır, Ne bir şey tarafından sahip olunmaktır.”

“Sofilik özgürlüktür, öz veridir. Kendi kendinî sınırlamaktır.”

“Sofilik insanın kendi ruhunu kurban etmesidir.”

“Sofi, ahde (Sözüne) bağlı kalacak, ne aramadan usanacak, ne de yoksunluk karşısında düş kırıklığına uğrayacaktır.”

“Sofiler ol kişilerdir ki, Allah’ı herşeye  yeğ (üstün) tutarlar, Allah’ta  onları başka herşeye yeğ tutar”

“Sofi her neyi görürse Allah’tandır. Allah’ın esirgeyiciliğinin tüm yaratılışı kucakladığını bilir.”

“Sofilik Ahlâktır. Bir takım törelerden ve bilgilerden ibaret değildir. İyi ahlâk özelikleri seninkilere üstün olan, sofilikte de sana üstün demektir. “

“Sofilik,  yüreğin uyumsuzluk kirinden arınmasıdır.”

“Aşk uyumdur, aşığın bir tek görevi vardır dünya da : Sevdiğinin buyruğuna boyun eğmek; yönelinen hedef tek oldu mu da, uyumsuzluklar ortadan kalkar.”

“Gerçek sofi, var olmayandır.”

“Aşk ile arınan saftır, maşuğun arıttığı ise sofî’dir.”

“İslâm hukuku, şeriata; tasavvuf yolu, tarikata; doğruluk, hakikate götürür.”

“Sofilik nedir? diye sordular. Kalbin acıdan hoşlanması cevabı verildi”

Buraya kadar ilk adımı atıp, tasavvuf perdesini araladık.

Ancak tasavvuftan önce din gelir, dinî kurallar gelir.

Tasavvuf (101) Tanrı, kainat ve insanı bir bütün içinde görme ve Tanrı ile insan, insanın başka insanlarla ve kendisiyle ilişkilerini bu bütün içinde arama ve açıklamadır.

İslâm tasavvufu, islâmi kurallara yeni bir yorum getirdi. H: II. Yy’da çıktı. 3 asır şeriatçılar tasavvufa karşı çıktılar. Ancak hicretten 500 yıl sonra Kuran ve hadislerle tasavvuf açıklanarak kabul edildi. Bu arada tasavvufa özgü terimler de teşekkül etti, gelişti, halk diline girdi:

Maşuk: Allah. Saki: Tanrı sevgisine isteyene sunan mürşit. Kadeh: Mürşidin talibe sunduğu Tanrı ilminin kalıbı. Şarap: Tanrı ilminin özü. Meyhane: Tanrı ilminin sunulduğu yer, tekke, dergah. Sarhoş: Mürşidin sunduğu mana şarabıyla kendinden geçen derviş.

İslâmi tasavvufta temel kural: “Lâ mevcude illâllah” (Tanrıdan başka mevcut yoktur) Varlık tektir, birdir. O da vücudu-mutlak olan Tanrı varlığından ibarettir ki, onda “Hayır-ı mutlak” ve de mutlak güzellik “Hüsn-ü mutlak” bulunur.

Herşey zıddı ile bilinir. Mutlak varlığın (vücudu mutlakın) zıddı: yokluk, mutlak hayrın (Hayr-ı mutlak) zıddı: şer, mutlak güzelliğin (hüsnü mutlak) zıddı: çirkinliktir.[Yokluk, şer, çirkinlik: Tanrının yokluk suretinde ifadesidir, varlığın zıddı olarak düşünülebilir.]

Tecellinin yani görünmenin sebebi, Allah’ın: “Ben gizli bir hazineydim; istedim ki bilineyim” sözüdür. (hadis-i kudsi)

Allah’ın sonsuz sayıda adları vardır. İşte her gördüğümüz şey, o adlardan biridir. Yani var olan görünen herşey Allah’ın bir mazharı (birşeyin göründüğü, çıktığı yer)dır. Mutasavvuflar Allah’ın sonsuz görüntüsünü anlatabilmek için, karşılıklı konulmuş iki ayna örneğini verirler. İkisi arasında “bir şey” varsa onun görüntüsü sonsuz sayıdadır. Arada “bir şey” yoksa hiç bir görüntü de yoktur. Allah ile onun tecellisi olan yaratılmışlar arasındaki bağlantı aynen böyledir.

Tecelli (görünme, belirme): Tasavvufta bazı durumları karşımıza getiriyor:

Bu alem, kainat: vacip (kendi kendine var olan) değildir. Bu alem, mümkün (Allah’ın varlığı ile var görünen)dir. Bu tecelli (görünme, belirme, oluş) Allah’ın “KÛN” - “Ol” emri ile meydana geldi. Şu halde tecellinin öncesinde söz “kelâm” bulunmaktadır.

Kainattaki bütün objelerin (nesnelerin) hiçbiri, “ol” - “kûn” emrinden evvel “görünür” değildi. Ama Allah’ın ezeli bilgisinde “malum ve sabit” idiler. Bu sabite’ler eşyanın gerçeği ve özüdür ki: “ayan-ı sabite” olarak adlandırılan niteliklerdir. “Ayan-ı sabite: eşyanın vücuda gelmeden önce ilm-i İlâhide sabit olan suretleridir” diye tanımlanabilir.

Tasavvufta bu, “kûn” - “ol” emrinin veriliş sebebi olarak, Allah’ın kendi zatına duyduğu sevgi “aşk” gösterilir.

Böylece var oluşun, yaratılışın temeli sevgi üzerine, aşk üzerine kurulmuştur. Bu, İlâhi aşktır. Allah aşkıdır. Temelinde, korku, günah, yasak, çıkar, yarar değil sadece İlâhi aşk bulunan kainatta; “Ahsen’i takvim”, yaratılmışların en güzeli en mükemmeli olan insanın davranışları, yaratılış sırrından ne kadar uzakta kalmaktadır.

Yûnus Emre, yaratılışın bu sırrına en ileri derecede vakıf olmuş (anlamış), anlamakla kalmamış, onu bize de anlatmaya, öğretmeye büyük bir sabır ve inatla devamdan geri durmamıştır. Böylece “mürşitlik” görevini hakkı ile yürütmeye devam etmiştir.

Yüce Allah Kur’anı Kerimde:

Hicr Suresi 26. Ayet:

“Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş cıvık bir balçıktan yarattık.”

Hicr Suresi 29. Ayet:

“Onu düzenledeğim (insan şekline koyduğum) ve ona ruhumdan üflediğim zaman.....................”

Zariyat Suresi 16. Ayet:

“Andolsun biz insanı yarattık ve nefsînin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve ona şah damarından daha yakınız.”

Şimdi, asırlar boyu bilinen bir gerçeğe rağmen sorulmaktan geri durulmayan sorunun cevabını burada bir kere daha verelim:

O, Yüce Allah (CC), insana “kendi ruhundan” üflemiştir. Yani insanın ruhunda, Allah’ın (CC) üflediği ruh vardır. Ve O, “insana şah damarından daha yakındır” yani insanın içinde özünde ruhunda ben’indedir.

Allah, kendi zatına duyduğu “aşk” ile “Kûn”-“ol” emrini vererek var ettiği, görünür kıldığı kâinatı boşbırakmamış, “Ahseni Takvim”  sıfatıyla insanı yaratmıştır. Ona üflediği kendi ruhunda zatına duyduğu “aşk”tan bir nebze insana da vermiştir. Bu yüzden insan, yaratanına aşıktır ve “gerçek aşk” budur. Allah bu aşkı bilerek, isteyerek kuluna, kendinden nakletmiştir. O halde kulundan istediği en önde, en başta İlâhi sevgidir, aşktır, Allah aşkı’dır.

Kul, içindeki mayasındaki kuru çamurun, cıvık balçığın gereği olacak, O’nun verdiği aşkı sadece O’na değil de kendi hemsinclerine de duyar. Bu aşka da “geçici aşk” denmektedir, kötü müdür?

Hayır. Çünkü karşı cinse duyulan sevgiyi, aşkı kişiye veren de onu yönlendiren de yine yüce Allah (CC)’dir. Böylece “neslin devamı” sağlanmaktadır.

Kötü olan, insanın paraya, pula, çıkara, dünyanın “gel-gel” çağrısına, yani “masiva”ya kapılmasıdır.

İnsanın insana duyduğu sevginin, aşkın gerisinde yine Allah’a duyulan aşk yer alır. Geçici aşk aslında gerçek aşkın provasıdır. Acemilik çağını, toyluğu, geçici aşkta pişiren insan, usta adımlarla İlâhi aşka koşup, Allah’a karşı görevini yerine getirmiş olacaktır. Yaratılışındaki hikmet bunu gerektirir.

Burada yeri geldiği için “çok özel” bir konuya değineceğim:

İnsanı oluşturan Ruh (can) ile Ten (beden)’i ele alacağım.

Allah’tan gelen Ruh’un ölümsüzlüğü bilinmektedir. Çünkü Allah ölümsüzdür. Ten yani beden ise fâni olarak kabul edilir.

İnsanın, Allahtan gelip yine Allah’a dönecek olan ölümsüz bir özün taşıyıcısı olduğu gerçeğinin yanı sıra, onun fâni olduğu, bir gün gelip tamamen yok olacağı, silinip gideceği şeklinde, onbinlerce yıldan beri, belki de insanın ilk yaratıldığı günden beri korkulan bir olgu olarak karşımızda ve kafamızda yer etmiş olan “ÖLÜM” hakikatte izâfidir, relâtiftir. Gerçek değildir. Yani canlı varlık, insan ölümsüzdür. Nasıl mı? O halde dinleyin beni:

 

ÖLÜMSÜZLÜK:

Çok basit çizgiler, açık ve kısa cümleler ile tıbbî bir özelliği, kâinattaki en gizli sırrı anlatacağım:

Canlılar, hücrelerin bir araya gelmesinden oluşur. Bir hücrenin yapısında:

Hücre zarı, hücre protoplasması, çekirdek vardır.

Zar, hücreyi çevreler. Protoplasma hücrenin gıdasını, lüzumlu maddelerini taşır; ayrıca çekirdiğe yapışık santriyoller, bunların çevresinde satellitler, ergostoplazma, agranüler endoplazmik retikulum, golgi cihazı lizozomlar, mitokondriler, dezmozomlar da hücre protoplazmasında bulunurlar.

Çekirdek ise, hücrenin başkenti, hükümet merkezi, beynidir. İçinde bulunan kromozom’lar kalıtımın bütün özelliklerini getiren DNA’yı bulundurur. Çekirdek içinde DNA, Histonlar ve asidik proteinler de yer alır.

Saydığım her maddenin ayrı ayrı çok önemli görevleri, fonksiyonları vardır.

Üstün yapıya sahip canlılar çok hücrelidir. Belli hücre gurupları biraraya gelerek dokuları yapmış, dokulardan organlar meydana gelmiştir.

Şimdi ben yine hücreye dönüp erkek ve dişi üreme hücrelerini büyüteç altına koyarak, açıklayacağım büyük sırrın anahtarını daha yakından size göstereceğim:

Testiste yapılan erkek üreme hücresinin adı SPERMA’dır. Overlerde üretilen dişi yumurta hücresine ise, oocyt (ovosit veya ovum) denir.

Çok hücrelilerde, insanda olduğu gibi dişi-erkek her iki cins üreme hücresinin çekirdeğinde kromozomların bulunduğunu söyledik.

Kromozomların yapısı: DNA sarmalları, histonlar ve asit proteinlerden oluşur. Her kromozomun merkezinde santromer vardır. Buna bağlı kollar DNA, matriks ve asit proteinleri içerir.

Kromozomlar, kalıtımın ana ünitelerini taşırlar. Beden ve Ruh yapısından, bu yapıların her türlü halleri ve karakterleri için, bazı kalıtsal hastalıklar, anomaliler, gerilik veya aşırılıklar, eblehlik veya deha, saç şekli, deri rengi, göz, burun, kafa yapısı, bir canlıyı diğerinden ayıran bütün farklılıklar veya benzerliklere ait etiketler bu kromozomların üzerinde sanki yapıştırılmış gibidir. Nitekim modern tıp, daha bebek ana karnındayken, çocuk hücrelerinin kromozomları üzerindeki etiketleri okuyup bazı hastalık yazısını, yazgısını silmekte veya değiştirebilmektedir. Şu andaki konumuz bu değildir.

Konumuz, genlerin toplandığı kromonema ve kromomerler’den kurulu, insan hücresinin kromozom sayısıdır. Bunlar 23 çifttir. 22 çifti soma, 1 çifti gonozomla ilişkilidir.

Hermafroditler dışındaki bütün normal gelişmiş canlı türleri iki ayrı yarım hücrenin (yarım dişi + yarım erkek hücre) kromozomlarının birleşmesiyle ortaya çıkan “bütün bir tek” hücreden oluşurlar.

Dişi ve erkek hücrelerin birleşip “zigot” adını aldıkları döllenme (ovülasyon) olayında, yeni meydana gelen yavrudaki hücre çekirdeğinin kromozom sayısı, aynen anne ve babadaki gibi 23 çifttir ama her çiftteki tek kromozom anneden diğer kromozom da babadan alınıp çocuktaki “bir çift” kromozom meydana geldiği için çocuğun vasfı, karakteri, özelliği hem ananın hem babanın özelliklerinin karışımını veya daha ziyade birininkini gösterecektir.

Acaba  anada ve babada çok farklı iki özellik çocukta nasıl ortaya çıkacak? Resesif-Dominant yani çekinik-başat (zayıf kalan-baskın çıkan) karakterler, vasıflar, özellikler meselesi olarak bunların ayrı kuralları (Mendel kanunları) vardır. Ama bizim konumuz’un dışında kaldığı için üzerinde durmayacağız.

Yeni meydana gelen çocuktaki kromozomlar nereden geldi? Anne ve babadan... Onlar nerden aldı? Kendi anne ve babalarından... Ya onlar?... Onlar da kendi anne ve babalarından...

Bu soru zinciri nereye kadar sürer gider? Adem aleyhisselâma kadar...  Ve orada kalır. Çünkü Hazreti Ademin doğduğu bir anası ve babası yoktur.

Yüce Allah (CC)  Onu ve ondan Havva anamızın yaratılışını Kur’an-ı Kerim Nisa suresi birinci ayette:

“Ey insanlar!

Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden sakının....”

Ve Zumer suresi 6. Ayette:

“Allah sizi bir tek nefisten (Ademden) yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir......”

Hz. Adem ile Havva anamızdan olan çocukların büyüyüp kendi çocuklarına aktardıkları kromozomlar her halükârda canlı idi, ölü olsa yeni cenin meydana gelmezdi.

Hz. Adem ve Havva’nın çocuklarına geçen canlı kromozomlar, onlardan da kendi çocuklarına geçti. O kromozomlar da hayatiyetini devam ettirerek, sonraki, sonraki, sonraki ve daha sonraki nesillere aynı canlılığı sürdürerek,  gelmektedirler. Bugün de bizim taşıdığımız kromozomlar, babamızdan anamızdan gelenlerdir. Çocuklarımıza verdik, vereceğiz. Onlar da sonrakilere aktaracaktırlar.

Hz., Ademin çocuklarındaki koromozomlar Adem ile Havva’nın genleridir. Onların vasıflarını aynen taşımaktadır. Bize kadar gelen de aynı genleri taşıyan kromozomlar olduğuna göre, ölüm diye bir olay yoktur. Daha doğrusu kromozomlar, çeşitli ana ve babadan aldığı vasıflarla şekil değiştirebilmekte ama, canlı kalmakta ölmemektedirler. Böylece “Ölüm” kelimesinin yeniden tarifi ortaya çıkıyor. Yüce Kur’an-ı kerimin taşıdığı sırlardan birisi de budur. Ayrıca ele alınması gerekir.

Şimdi soracaksınız ! Belli bir süre yaşadıktan sonra öldü dediğimiz canlı, daha doğrusu insan nerede? Nereye gitti?

Güzel soru. Yalnız, ölen yok olan insan değil insanın cesedidir, eskiyen veya fonksiyondan kalan bedenidir. Ayakkabınız eskiyince atıyorsunuz, ama ayağınız duruyor, ona yeni ayakkabı alıyorsunuz. Elbiseniz de öyle, kullandığınız cansız eşyanız, aletiniz edevatınızı da, gözlüğünüz, şapkanız, eldiveninizi de değiştiriyorsunuz.

İnsan da eskiyip altılınca, ondan geriye canlı ne kalıyor? Evlatlarına aktardığı özüne, kendine ait canlı kromozomlar. Bir ucu, Hz. Ademde yaşamaya başlayıp, bir ucu dünyanın veya kainatın yok oluşuna kadar yaşamaya devam edecek olan kromozomlar.... İşte bu ölümsüzlüktür.

İnsanı insan yapan, zahirî ve batınî karakterlerini taşıyan kromozomlar ölmediğine göre insan da ölmemekte kalıp ve kılık değiştirerek yaşamaya, hem de kendinden bir parça olan kendi çocukları dediğimiz kendisinde, kendi varlığında yaşamaya devam etmektedir.

Tekrar tasavvufa dönelim:

Tasavvuf pratik anlamda “Allah’a yakınlaşma” mesleğidir.

İslâmi inanç ve fikir sistemi içinde tasavvuf:

Hakka kulluk, teslimiyet, ihlas (karşılık gözetmeden sırf Allah rızası için ona ibadet, bağlılık, riya ve gösterişten uzak Allah’a teslim olmak) ve takva (günahtan sakınma), vera (takvanın da ötesinde herşeyi ince eleyip sık dokuyarak günah olup olmadığına iyice kanaat getirdikten sonra günahtan sakınmak), sıtk (tertemiz kalple dosdoğru davranmak, dosdoğru söz etmek, dosdoğru bağlanmak), rıza (memnunluk, hoşluk, isteklilik, razilik), sabr, tevekkül (hakka güvenmek, Allah’tan gelene razı olmak), mücâhede (cihad etme, dine ve doğruluğa karşı çıkanlara karşı çıkmak), marifet (hüner, birşeyi çok küçük parçası ile, izi ile belirtisi ile bilebilmek), anlamı taşır. Bütün bunlarda amaç: Hakka Kurbiyet (yakınlık) yolunda çalışıp gayret göstermek, nefisle mücadele, güçlüklere sabretmeye alışmak içindir.

Peygamberimizin sağlığında, asr-ı saadette, mezhepler, mantık ilmi ve kemal ilmi ortaya koyulmamış olduğu gibi, tasavvuf kelimesi kullanılmıyor, tasavvuf ilminden de söz edilmiyordu. Ama tasavvufun bel kemiği diyebileceğimiz zühd ( nefsani, bedensel zevk ve isteklerden kendinî çekerek dünyaya rağbet göstermeden ibadete sarılma) ve takva yolu (günahtan sakınma) mevcut idi; dört halife devrinde de vardı, yaşanmaktaydı.

Tasavvufu daha yakından gözlersek:

İç alem yoluyla, imanın gerçeğine, Hakk’a ulaşmak olduğunu fark ederiz. Daha doğrusu O’nun gösterdiği yoldan sapmadan, hakikatı bulmaya Allah’ın rızasına, muhabbetine ulaşmaya çalışmak olduğunu anlarız.

Bunun için önce, Nefsîmize hükmedip, onu mükemmel yapabilme gayreti ile masivadan (Allah’ın dışındaki herşeyden uzaklaşmak gerekir. Hep Allah’ı anmak, hep O’nu düşünmek farzlarını, Peygamber efendimizin sünnetleriyle birlikte tam olarak yerine getirmek, kayıtsız şartsız Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla bu mümkün olur.

Yukarıda anlattıklarım hep kavli mücerrette yani lâfta kalıyor, soyut sözcüklerden öteye varmıyor. Bunu somutlaştırarak canlandırıp uygulamalıyız.

Tasavvuf erbabının “Tasavvuf anlatılmaz yaşanır” veya “Tasavvuf sözden ziyade amel, hâl ve yaşanan hayattır” şeklindeki  özlü sözleri bunu anlatır.

İslâm dinîni uygularken bir gerçekle karşı karşıyayız:

Dinde sadece nakillere, nass’lara dayanarak; insan aklını, düşünce ve araştırma içgüdüsünü yok sayarsanız, realiteden (hakikatten) uzaklaşırsınız.

Nakillere ve nass’lara arkanızı dönüp, insanı kendi halinde kendi düşüncesinde serbest bırakır, aklıyla yol-yordam bulmasını beklerseniz, bu değerli yaratığın dinen, fikren, ahlâken sapıttığını görürsünüz.

Şu halde, her iki durumu da göz önüne alarak bir “orta yolun” var olduğunu kabul etmeye, aramaya mecbursunuz.

Din, toplum ve insan var olduğu sürece uygulanır. Din ile toplumu ayrı düşünmek “toplum dışı” kalmaya götürür. Bunun sonu sapkınlıktır.

Eğer insan, dış hayatı, yaşamı, her şeyi bir kenara itip kendinî sadece ve sadece ibadete, tâata, zühd’e tahsis eder, Allah’ın ona emanet ettiği ruha, cana, bedene kast etmek zorunda kalırsa, ondan bunun hesabı da ayrıca sorulacaktır. Allah’ın insan denilen üstün yaratığa yüklediği en büyük görevlerden birisi de “neslin bekâsı fonksiyonu” dur. Evlât yetiştirme görevidir. Çocuk yapma vazifesi demiyorum, yetiştirme diyorum. Bu, dünyanın en önemli, en büyük, en zor görevidir.

O halde, bir “orta yol” bulmakla karşı karşıyayız.

Allah’ın emirlerini, yani farzları aynen yerine getireceğiz. Ne bir eksik, ne bir fazla.

Gücümüzün yettiğince sünnetleri ifadan geri kalmayacağız. Yapamadıklarımız olursa gayretimizi devam ettireceğiz, bu arada sünneti farzdan öne almayacağız.

Görceksiniz ki ibadet hiç zor değildir. Aksine çok kolaydır.

Günde birkaç kez abdest almakla, hem bedeninizin, hem ruhunuzun temizlendiğini fark edersiniz.

Kıldığınız namazlar, tuttuğunuz oruçlar sizi dinçleştirirken, içinizdeki kötülüklerden de arındırıp uzaklaştırır, ruhunuzu durultmaya yardım eder.

Zekât sizi günahlardan berî (kurtulmuş) kılacak, omuzunuzdan ağır bir yükü alıp yaşamınıza huzur, güven ve düzen katacaktır.

Kul hakkına riayet etmekle, uymakla,  değer vermekle kendi hakkınıza saygı gösterilmesini temin edeceksiniz.

Yalandan, dolandan, dalavereden, herçeşit düzen ve komplodan, gıybetten, iftiradan, uygunsuzluktan, hırsızlıktan, kötülükten, başkasının ırz ve namusuna kem gözle bakmaktan uzak durmakla kendi malınızı, canınızı, ırz ve namusunuzu koruma altına almış olacaksınız.

Sigara, içki, uyuşturucular ve diğer kötü alışkanlık bedenen ve ruhen yeter olgunluğa, ermişliğe ulaşamamanın emaresidir.

İradeniz, azminiz, bu zararlı alışkanlıkları anında yenmeye, karşı koyup terk etmeye, bırakmaya yetecek güç ve kudrettedir.

Eğer siz o iradenizi kullanmaya kendinîzde hak görmüyorsanız acze düştünüz demektir. Bunlar, o mükemmel yaratılıştaki insana lâyık görülecek davranışlar değildir.

Öğütlerdeki amacım:

Tasavvuf yaparak Allah’a yakınlaşmaya çalışırken, hiçbir zaman felsefeye, derin düşünceye; ibadet ve taatta, tarikkatta aşırılığa, kendinîzi kaybedecek derinlikte dalmayacaksınız.

Gerçek bir kul sade bir müslüman da yüce Allah (CC)’ ın Kuran’ında vaad ettiği bütün mükâfaatlara mazhar olacak, nail olacak, üstelik pekçok  ulemanın, düşünürün, filozofun çok ileri mertebelerde gezinirken bilerek veya istemeyerek küfre, şirke, sapkınlığa, hataya kayma tehlikesinden de uzak kalacaktır.

Tasavvuf konusunu biraz daha  anlatarak ve anlaşılması açısından, yaşamımızdaki rolü, mezhep ve tarikatlarla ilişkisini Prof. Dr. Sayın Ethem Ruhi Fığlalı Hocadan dinleyelim:

 

DÜŞÜNCE İHTİLAFLARI

 

“İnsanoğlu tefekkür gücüne ulaştığı ve düşünme çağını idrak ettiği andan itibaren, kendi varlığı kadar kainata bakmaya ve onu çözmeye uğraşmıştır. Bu bakış, bu uğraşma,bakılan şeyin mahiyetine göre muhtelif felsefi, ictimai, iktisadi ve itikadi ekoller doğurmuştur.Kur’an-ı Kerim’de (Enam Suresi, ayet 3) “Bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyunuz; başka yollara uymayınız ki, onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır. (Ali imran, ayet  103) Toptan Allah’ın ipine sarılın  ayrılığa düşmeyin…” buyrulmakta ve dolayısıyle insanın doğru yola (sırat-ı müstakim) yöneltilmesi ve ona iletilmesi, doğru yolun dışındaki dalalet yollarından korunulması üzerinde ısrarla  durulmaktadır.

 

KUR’AN VE TEFEKKÜR

Ancak yine Kur’an, “Sırat-ı Müstakim” den ayrılmamak şartıyla, insanların, dinîn hakikatını anlamak için düşünmelerini , akıllarını kullanmalarını istemiştir. Çünkü dinîn her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatını anlama gücüne sahip insana, insanın aklına ve tefekkürüne yönelmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de 275 yerde “düşünüyor musunuz? Akıl erdirmiyor musunuz?” diye sorulmakta; 200 yerde “düşünme ve tefekkür” emredilmekte; 12 yerde “dolaşarak araştırıp ibret alma” ve 670  yerde de ilim ve ilme teşvik buyurulmaktadır. Demek ki Kur’an’a göre insanlar artık akıllarını kullanacaklar, Allah’ın nimetleri üzerinde düşünecekler, ayetlerin ve eşyanın hakikatını anlamaya yönelecekler, gözlerini ve gönüllerini öğrenmeye ve bilmeyi açacaklardır.         Kur’an’ın bu özelliği, herşeyden önce, onun, körükörüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı düşünen  ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık bir delilidir.    Ancak insanların aklı, düşünme ve kavrama, anlama ve idrak etme gücü aynı seviyede değildir. Dolaysıyla onların, üzerinde durdukları, hakikatını keşfe çalıştıkları meselelerin güçlüğü ve kolaylığına göre, anlama ve idrakleri de farklılık göstermiştir. Bu ise, üzerinde durulan meselenin, sadece onun üzerinde kafa yoran insanın  görüşlerinin ulaşabildiği ölçüde görülüp gösterilmesi demektir. Oysa hakikat, herşeyin bütünüyle mütalaa edildiği an ortaya çıkar.

NESİLLERİN ANLAYIŞ FARKI

Hz. Peygamber’in yakın ashabı, bizzat Hz. Peygaber’den dinlemek ve davranışlarından görmek suretiyle idrak  etmiş oluyorlardı. Onların gününde Kur’an-ı Kerim’in ve dolaysıyla vahiylerin üslubu, indiriliş sebepleri ve anlaşılma şekilleri üzerinde herhangi veya ayrılıktan doğan sorulara yer ve lüzum kalmamıştı; ama daha sonraki nesiller, Kur’an-ı Kerim’in ana hedeflerini ve vahiylerin nüzul sebeplerini bilen ve bizzat yaşayan, anlatan ve açıklayan Hz. Peygamber ve  ashabından mahrum kaldıkları için, Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini anlayıp açıklamak, ana hedefleri tesbit edip ona göre yorumlamak zorlaştı. Üstelik Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ifadelerindeki sadelik ve kesinlik,  anlaşılmalarındaki kolaylık bakımından aynı durumda değildi. Bu sebepten Müslümanların bu neviden ayetleri anlayış ve değerlendirmeleri de ayrı ayrı olmuştu.

 “MUHKEM” VE “MÜTEŞABİH” AYETLER       

  Esasen Kur’an ayetlerinin anlamlarındaki kesinlik yönünüden ikiye ayrıldığı, bizzat Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle sabittir: (Ali İmran Ayet 7): “Sana Kitab’ı indiren  O’dur. Onda Kitab’ın temeli olan kesin anlamlı ayetler vardır. (Muhkem); diğerleri de çeşitli anlamlıdırlar (müteşabih). Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için, Allah bilir ilimde  derinleşmiş olanlar: “O’na inandık, hepsi Rabbimizin katındadır” derler. Bunu ancak akıl sahipleri  düşünebilirler. (Al-ı İmran 7) Buna göre Kur’an ayetleri “Muhkem” ve “Mütaşabih” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Muhkem, yani kesin anlamlı ayetler, bilinen ve kendisiyle kastedilen şeylerin açıkça belli olduğu ayetlerdir. Bunları işittiğimiz veya okuduğumuz zaman ne demek istediklerini hemen anlarız ve bunlar belli bir anlamın dışında açıklama ve anlatmaya ihtiyaç göstermez. Müteşabih ayetlerse, manaların son derece gizli oluşlarından  dolayı, kolayca idrak edilmeyen ve pek çok anlam’a  ihtimal tanıyan ayetlerdir. Bu sebepten, bu ayetlerin açıklanması, Kur’an-ı Kerim’in ana hedefi gözönünde bulundurularak muhkem ayetlerin yardımıyla olur ve kasdettikleri anlamı  kavrayabilmek için mutlaka te’vile, yorumlamaya ihtiyaç duyulur. Allah’ın, mahlukatınkine benzeyen sıfatlarından söz eden ayetler, cennet, cehennem, kevser, sırat, hesap-mizan, ölümden sonra dirilmenin keyfiyeti. Kur’an’daki muhtelif kıssalar, atasözleri; bazı surelerin başlarındaki <Huruf-ul mukattaa> bu neviden ayetlerdir. Bunların anlamlarını, yaklaşık olarak ve ancak te’vil yoluyla ve anlamlarını tanıdığımız ve alıştığımız şeylere delalet edecek kelimeler kullanmak yoluyla anlayabiliriz.

Hadis ehlinden bir kısmının da içinde bulunduğu <Selefiye>, müteşabihleri yorumlamaktan kaçınmış ve “ Allah bilir ” demekle yetinmişlerdir. Bunların karşısında ise <Halefiye> denen zümre: “Kur’an anlaşılmak için indirilmiştir: Bu sebepten onu bütünüyle anlamamız gereklidir ” demişlerdir.

Kur’an-ı Kerim’in müteşabihlerle ilgili ayetinde geçen “ve’rrasihün” ibaresi  bir önceki kelimeye, yani “illallah” ibarisendeki “Allah” kelimesine bağlamak suretiyle, “Onların yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir”  şeklinde yorumlanabilir.

 

DÜNYEVİ SEBEPLER

Burada bir hususu hatırlatmak gerekir. Fırkaların (bölünmüş grupların) doğuşu, şüphesiz muhkem ve müteşabihler hakkındaki bu ayete dayandırılmayacağı gibi:

“Fırkalar Kur’an’da bulunan müteşabihler yüzünden çıkmıştır” da denemez. Ancak İslâm Tarihinde görülen fırkaların hemen tamamına yakını siyasi ve dünyevi menfaatlarla, baş olma ve hükmetme arzularıyla vücut bulmuş olmalarına rağmen, hemen hepsi de Kur’an-ı Kerim’deki müteşabihlerden faydalanma yoluna gitmişler ve bu ayetleri iddiaları istikametinde yorumlayarak, kendilerine Kur’an-ı Kerim’den deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir.

Nitekim bu nevi ayetlerden olan Allah’ın eli, yüzü, bacakları, tahtı, inmesi ve benzeri sıfatlarını gösteren ifadeleri anlamlarıyla kabul ederek Allah’ı zati ve sıfatları ile tecsim eden, yani cisimlendiren ve insan şekline sokan fırkalar, Kur’an-ı Kerim’in ana hedefini kavrayamamışlardır. Müşebbihe, Mücessime, Yeni Selefiye, Hariciyye ve benzeri fırkalar gibi.

 

 “ SİYASET ” İN ROLÜ

Bu arada insanlar arasındaki ihtilafların ve mezheplerin doğuşundaki en önemli amillerden biri ve belki de başlıcası, yukarıda kısmen temas edildiği üzre, insanların dünya ve siyaset işlerine düşkünlükleridir. Hakimiyet tesis etmek, kendinî beğenmek, başkalarına hükmetmek arzusu, şüphesiz insanoğlunun bazen açıkça ortaya serdiği, bazan da şuur altında yaşattığı bir mizacı, bir vasfıdır. Bir de bunlara topluluk halinde yaşayan insanların mensup oldukları aile, kavim, kabile ve hatta ırk taassupları eklenecek olursa, içinde yaşanılan cemiyetteki anlaşmazlık veya ayrılık unsurlarının tohumları kendiliğinden saçılmış olur.

 

İMAN SAHASI

Oysa Resulullah (s.a.s), bir müslümanın inanması icap eden inançlarının (1) Allah’a, (2) Nübüvvet’e ve (3) Ahiret’e iman etmek olduğunu belirlemiştir. Ona göre, bu esaslara inanan kimsenin Müslüman olarak bu dinîn nimetlerinden faydalanacağını ve Mü’min olacağını; birinci veya tamamını inkar edenin de, ne mü’min ne de müslim sayılacağını kabul etmiş, böylece bildirmiştir.

Buna göre, dinî bir meselenin inanç meselesi sayılabilmesi, iman edilmesi gerekli hususlardan olabilmesi için, bu meselede şu iki şartın bulunması icap eder:

Bu durumda, Kur’an-ı Kerim’in açık ifade ve hükümlerle itikad  ve iman edilmesini emrettiği ve Müslümanların da, kabulü hususunda ittifak edip hakkında herhangi bir ayrılığa düşmedikleri herşey islâm akidesidir.

Şu veya bu açıklamayı benimseyerek kendi anlayışına göre bir açıklamada bulunan kimse veya zümre, Kur’an ve sahih Sünnet’e istinad ettiği müddetçe, ne kâfir sayılır ne de İslâm düşüncesini dışına çıkmış sayılır.

Esasen Kur’an-ı Kerim, “…Size Müslüman olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek: Sen mü’nin değilsin, demeyin…” Şahadet getiren “Ben Müslümanım” diyen bir kimseye, münafık ve hatta bu sözü isteksiz de söylemiş olsa, “hayır, sen Müslüman değilsin” deyip İslâm topluluğunun dışına atamadığı gibi, tam aksine, onu islam topluluğunun bir üyesi saymış ve öylece muamele etmiştir.

 

FIKHİ MEZHEPLER

Fıkhi Mezhepler dediğimiz hayat ve yaşama düzeninin şekillendirilmessi, insanlar arasındaki karşılıklı davranışlar, ibadetler ve muamelat ile ilgili olarak doğmuş bulunan mezheplerin durumu ise çok farklıdır. Bu mezhepler kurucularının şahsi ihtiras ve iddalarıyla vücud bulmuş değildir. Bunlar Kur’an-ı Kerim’den ne de Sünnet-i Nebeviye’de çok açık olarak bulamadıkları meselelerin çözümü yolunda yapılmış ve girişilimş faaliyetlerin sonucu olmuşlardır.

Şöyle ki Müslümanlar, Hz. Muhammed (s.a.s) sağlığında din ve onun günlük hayatındaki uygulamasıyla ilgili her türlü güçlüklerini veya meselelerini bizzat ona sorarak veya onu uygulamasını görerek çözebiliyorlardı. O’nun vefatından sonra, sahabe ve tabiun dönemlerinde, anlaşamayan veya  yeni ortaya çıkan meseleler, sahabe veya tabiun tarafından Hz. Peygamberin ve Sünnet-i  Nebeviye’ye dayanarak çözümleniyordu. Şayet, çözüm bekleyen mesele, Hz. Peygamber devrinde karşılaşılmayan bir mesele ise, doğrudan sahabe veya tabiunun anlayış ve görüşlerine göre cevaplandırılıyordu.

Bu durumda bazan, birbirleriyle uzlaşmaz gibi görünen cevaplarla karşılaşılabiliyordu. Üstelik fetihlerle birlikte alabildiğine genişleyen İslâm devletinde, yaşanılan coğrafyanın tarihi, ictimai, iktisadi ve mahalli özellikleri, müslümanları fıkhi konularda çok daha fazla zorlamaya başlamıştı.

Bu zaruretler Müslüman alimleri, meselelere cevap bulabilmek için Kur’an ve Sünnet’ten yeni hükümler arama yollarına sevketmiştir. Bu yolda ortaya konan araştırma metodlarına göre, başta ve en geniş şekilde kabul gören Hanefi’lik olmak üzere Şafii’lik, Maliki’lik, Hanbeli’lik, Caferi’lik, İbade’lik ve benzeri fıkıh mezhepleri teşekkül etmiştir.

Fıkhi mezheplerin birbirlerine göre farklılığı, kurucuları olan imamların, yaşadıkları coğrafyanın ve hitap ettikleri insanların her türlü özelliklerine göre şekillenmesindendir. Esasen doğuş dönemlerinde Kur’an ve Sünnet’in muhtelif mezhepler tarafından farklı açılardan değerlendirilişi, düşünceye ve müslümanların günlük hayatlarına yeni ufuklar açmış ve böylece İslâm Dünyası, geniş bir fikir uygulama zemininde görüşlerin karşılıklı savunulduğu faydalı ve verimli bir ortama kavuşmuştur.

 

TARİKATLAR

Tarikatlara gelince İslam tarihinde tarikatlar, tasavvuf dediğimiz ve her şeyden  önce islamın özü ve ruhu demek olan ilmi disiplinin müesseseleşmiş şeklidir.

Özsüz ve ruhsuz din olmayacağına göre, İslam’da tasavvufun varlığı da gayet tabiidir. Kaldı ki, tasavvuf ehlinin yegane gayesi, bu öz ve ruhun izahından, insanı Yaradan’ı gönülden birleştirmekten başka birşey değildir. Onların bütün hedefi, Kur’an ve Sünnet’in, nefsani ve dünyevi arzulara ve heveslere göre değil, ilâhî idareye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşcasına ibadet etmek ve O’na bağlanmak, aslında islamın tam anlamıyla içinde olmak demektir.

Tasavvuf ve tarikatlar, insanı Kur’an ve Sünnet’in temel hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la kendi kendisi  ve diğer insanlarla münasebetini fevkalade yüksek bir seviyeye yüceltmiştir.

İlimlerin mektepsiz-medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, dinîn yayılışında özellikle Türk tarihi açısından Anadolu’nun İslamlaştırılmasında mutasavvıfların ve tarikatlar ile bunların uygulama merkezleri olan tekkelerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. San’at musiki, edebiyat, ahlak, cesaret, doğruluk ve benzeri değerler hususunda en mükemmel örnekleri sunan tarikatlar ve tekkeler, aynı zamanda “halka hizmet Hakk’a hizmettir” anlayışını kütlelere cömertçe sunmuş ve İslamı yaşanan ve yaşayan bir ahlak ve nizam halinde ortaya koymuştur.

 

TARİKATLAR VE  CEMİYET

Tarikatların da içlerinde yaşadıkları cemiyetin şartlarından tecrid edilmeleri elbette düşünülemez. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tarikatlar ve tekkelerde de görülmüş; bir zamanların bu canlı şuurlu kuruluşları, cehalet ve ataletin pençesine düşmüştür.

Bunun içindir ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında tekkeler kapatılmıştır. Ancak tekkelerin kapatılmış olması, başka bir ifadeyle tasavvufun gözle görülen ve icra edilen merasim kısımlarının yani ayinlerin, zikirlerin ve tesbihlerin yasaklanmış olması, elbette inanan insanlardaki dinîn özü ve ruhuna ulaşma arzu ve meyilini ortadan kaldırmamıştır. Bir anlamda İslam’ın hayat felsefesi demek olan tasavvuf tarikatlar, bu gün de varlıklarını sürdürmektedir; ama tekkesiz olarak.

İslam dünyasının varoluşun temel taşı kıldığı tevhid anlayışı etrafında toplanacak meselelerini, doğuş dönemlerinin  hürriyet ve tartışma, iman, ilim ve tefekkür aşk ve irfan içinde çözmeye çalışmaları; birtakım çevrelerin kışkırttığı militarizm, radikalizm  ve eylemcilik anlayış ve davranışlarından uzak durarak, Resulullah (s.a.s) zamanında olduğu gibi birlik ve bütünlüğe sımsıkı sarılmaları hayati bir zarurettir.

* * *

Şimdi konumuza : Tasavvufa, yapısal yönüne göz atarak devam edelim :

Hiçbir yol yoktur ki, ayrıldığı ana caddenin kolu olmasın. Dinîn zorunlu buyrukları yerine getirilmeden, hem de tam bir bağlılıkla yapılmadan, gerçek tasavvuf yaşantısı olamaz. Tarik , yol ana caddeden dardır. Yürünmesi daha güçtür. Yolcunun, tevhid (Bir görme, Bir bilme hali) amacına erişinceye kadar türlü makamlardan geçmesi zorunludur.

Tasavvuf yoluna girmek isteyenin ilk görevi:

“Dinî kuralların eşiğine yüz sürmektir”

Tarikatta, Sofî’nin î’sar’da bulunması gerekir.

İ’sar, kelime olarak başkalarının hak ve çıkarlarını, kişinin kendi çıkarından önde tutmasıdır.

Türkçe karşılığı: “diğergâmlık, elseverlik” Fransızcadaki “alturism” olarak açıklanabilir.

Ebu’l Hüseyin en-Nûrî, I’Sâr’a örnek sözlerinde:

“Allahım bazı kişilere mutlaka azap edeceksen, sen onların yerine cehennemde beni yak. (102)

Füfüvet  ehli (karşılık beklemeden, başkalarına iyilik ve yardım edenler) indinde İ’Sâar,, herşeyden önce gelir.

Tasavvufta makamlar vardır:

Bu makamlar, insanın kendi çabasıyla ulaşabileceği çok sayıda  mertebe, derece, paye’lerdir.

Onlara ulaşmada, en önde “tövbe” yer alır.

Allaha tam güven ve yoksulluk,

Nefse, amansız bir savaş açmak gereklidir.

Nâziât suresi: 40-41. Ayetlerde Yüce Allah:

“Rabbinin makamına varmaktan korkan ve nefsîni kötü arzulardan uzaklaştırana gelince, şüphesiz onların barınağı ancak cennettir.” Yunus’u dinleyelim:

“Müsülmanlar kim görmişdür âşık tevbe itdüğini

Ya kim işitdi denize od düşüben dütdüğini

 

Sahum senün ışkun odı düşdi gönül deryasına

Aceblerle kaynayuban ma’rifetler yetdüğini

 

Yüzbin İsi’yile Mûsî ışkund aser-gerdan gezer

Aceblerler beni dahı ışk nehengi yutduğını

 

Yüzgeçlük öğrenmeyen kul ko girmesün bu denize

Işk deryâsı dipsüz-durur aceblemen batduğını

 

Sarraflığı öğrenmeyen bu gevheri boncuk sanur

Varur virür yok nesneye bilmez naye satduğını

 

Her kim ol dost didârını bunda yana görmez-ise

Yarın ol ser-gerdan geze hiç bilmeyen n’itdüğüni

 

Uşda Yûnus miskin eydür Tapduk’umuz dost yüzidür

Bunı anlamayan bilmez ma’nâ neye gitdüğini...”

 

AÇIKLAMA  : Ey güzel inanışlı, ay yüzlü müslümanlar ! Kim görmüştür ki âşık olanın aşk derdine düştüm diye pişman olup tevbe ettiğini. Ya kim işitmiştir ki, denize ateş düşüp de tüttüğünü ?...

Ey şâhım, ey mukaddes sevgilim... Senin aşkının âteşi benim gönül denizime düştü. Öyle bir acayip kaynamadır ki, bilgiler de yetmez bunu anlatmaya... Yüzbin İsâ ile Musa aşkında mestâne olmuş, başı dönmüş bir halde gezer. Ne tuhaf şey ki beni dahi aşk denizi yutmuş bulunuyor. Yüzmeyi bilmeyenler bu denize girmesin. Aşk denizi öyle derindir ki battığımıza hayret etmeyiniz...

Sarraflığı, yani kuyumculuğu, altın işlemeyi bilmeyen bu eşsiz incileri boncuk sanır. Varır verir yok bir nesneye de neye sattığını bilemez. Her kim o Sevgilinin cemalini burada açık görmez ise, yarın başı dönmüş, şaşkın bir halde gezer ve ne ettiğinin farkında bile olmaz.

İşte Yûnus miskin söyler, Tapduk’umuz dost yüzüdür. Bunu anlamayan bilmez mananın neye gittiğini, neye ait olduğunu...

* * *

Tasavvuf yoluna çıkan yolcuya, yolu gösterecek kılavuz lâzımdır. Kılavuzluk yapacak olan şeyhin amacı, müritlerin gözlerini açmaktır.

Bu yolda yürümek isteyen kişinin “mürid”’liği kazanması için, bir yıl halka, bir yıl Allah’a hizmet etmesi, sonra bir yıl kendi kalbini müşahede etmesi, gözlemesi, tanıması lâzımdır ki “Mürid” olabilsin.

Mürid, üç yıllık hizmetinden sonra “Hırka” giyerdi. Hırka genellikle lâciverttir.

Tasavvuf yolunu seçen sâlik, yani yolcu Şeyhin oğlu sayılır. Şeyh’te salikin babası gibidir.

Şeyh, müridin kendi nefsîni ezmesi, bencillikten kurtulması için, tenha ve ıssız bir yerde, “halvet”’e çekilerek, mecbur kalmadıkça bir şey yemediği, konuşmadığı, uyumadığı, daima zikir ve tefekkür (zikretme, meditasyon)ile meşgul olduğu “Erbain” yani kırk günlük “halvet” suresinde, müridi çok dikkat ve titizlikle takibeder.

Mutasavvıflar için murâkebe (denetleme) her zaman gereklidir. Çünkü:

“Allah benim bütün hâl ve hareketlerimi her an görüyor, kalbime bakıyor, Feyz’e, Allah’ın  gönlüme yerleştireceği ilim ve irfana ulaşabilmem için, her saniye çok dikkatli olmalıyım.” Düşüncesiyle kendi kendinî kontrol altında tutmak zorunluluğunu daima içlerinde taşımaktadırlar.

Cüneyd-i Bağdadî bunu şöyle tarif eder:

“Sâlik, içinde fare bulunan deliği bekliyen kedinîn dikkatiyle, feyz beklemelidir.” (103)

* * *

İlim İlim Bilmektir...

İlim ilim bilmekdür ilim kendün bilmekdür

Sen kendüni bilmezsin Ya nice okumakdur

 

Okumakdan ma’na ne Kişi Hakk’ı bilmekdür

Çün okudın bilmezsin Ha bir kurı emekdür

 

Okıdum bildüm deme Çok taat kıldum deme

Eri Hak bilmez isen Abes yire yilmekdür

 

Dört kitabın ma’nası Bellüdür bir elifde

Sen elifi bilmezsin Bu nice okumakdür

 

Yirmi dokuz hece Okısan ucdan uca

Sen elif dirsin hoca Ma’nası ne dimekdür

 

Yûnus Emre dir: Hoca, Gerekse var bin hacca

Hepisinden eyüce Bir gönüle girmekdür...

* * *

Murakabe ve halvet bir defa ile kalmaz otuz-kırk kereye kadar yapılırdı.

Çilehane bazı kere yer altında da olabilirdi.

Tasavvuf tarihinde bunun en çarpıcı örneğini, Hoca Ahmet Yesevi’nin yaşamında görürüz.

Yesevi, çocukluğundan beri Peygamberimizin bütün sünnetlerini harfiyen yerine getirmiştir. Bu gerekçeden hareketle, Peygamber (SAV) hazretlerinin 63 yaşında vefat etmiş bulunmasını göz önüne alarak, ayni yaşa kendisi de ulaşınca, artık yeryüzünde kalmanın gereksizliğini daha doğrusu, sünneti seniyye’nin gereğini düşünerek, yer altına girmeyi ve orada kalmayı uygun görmüştür. Böylece;

“Mescidinîn yanındaki bir yeraltı hücresine taşındı ve ömrünün geri kalan kısmını orada telkinlerine devam ederek gerçirdi.” (104)

Taşındığı hücre üç arşın (yaklaşık iki metre) derinlikte  bir çille -hanedir. Oraya merdivenle inilirdi. Yaşamının 63 yılından geride kalan daha altmış senesini Halvette o dar çilehane’de  ibadet ve tâatla devam ettirdiği göz önüne alındığı zaman, Hace Ahmet Yesevinin nihayetsiz keramateleri, inanılmaz marifetlerini anlamak biraz kolaylaşsa gerekir.

Tasavvuf yolu “Mürid” için uzun ve zorlu bir yoldur. Yolcu, bu yolda durmadan dinlenmeden uğraş vermek mecburiyetindedir.

Allah’tan yola çıkan, yine Allah’a varır.

Dinden kıl payı bile ayrılması olanaksızdır. Namaz, oruç ve hac, en önde yerine getirilmesi zorunlu görevlendendir.

* * *

Müslümanam Diyen Kişi...

Müslümânam diyen kişi şartı nedür bilse gerek

Tanrınun buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek

 

Tanla turup başun kaldur ellerünî suya daldur

Nefsün düşmandurur öldür nefs hemîşe ölse gerek

 

Öyle namâzın kılasın her ne dilersen bulasın

Tamudan azâd olasın kullar azâd olsa gerek

 

Ol ikindiyi kılanlar arı dirlik dirilenler

Olandur Hakk’a irenler her dem anlar irse gerek

 

Ahşam-durur üç farzda tağca günâhun eride

Eyü amellerün sinde şem u çırak olsa gerek

 

Yatsı namazına ol hazır, Hazırları sever Kâdir

İmânun eksüğin bitir, imân pîşrev olsa gerek.

 

Her kim bu sözden almadı beş vakt namazı kılmadı

Bilün Müsülman olmadı tamuya girse gerek

 

Görmez misin Mustafa’yı nice bekledi vefâyı

Ümmet içün ol safayı ümmet ana irse gerek

 

Bekler-isen din gayretin virmeğil nefse murâdın

Yûnus Nebî salavatın ışk-ıla degürse gerek...

 

AÇIKLAMA  : Ey arkadaş ! İslâm sarayına giren kişi, şartı nedir bilmelidir. Farz, vacip, sünnet, müsteha, mübah ve diğer prensipleri iyice öğrenmesi gerektir. Allah’ın emirlerini tutup beş vakit namazını da kılsa gerektir...

Seher vakti erişince başını yastıktan kaldır, billûr pınarların suyu ile ellerini yıka, güzelce abdest al... Nefsîn senin en büyük düşmanındır, onun arzu ve istek elini bağla, o daima ölse gerektir. Çünkü nefsînin tekmesini yiyen kimse bir daha belini doğrultamaz. Nefis timsahını nazla, neş’eyle beslersen ilk helâk edeceği sen olursun...

Öğle vakti erişince, öğle namazını kıl ki, ne muradın varsa ona nâil olursun. Cehennemden kurtulmak istiyorsan bunu yerine getir. Zira mü’min kullar ondan âzad olsa gerek. İkindi namazını kılanlar da saadet ipine yapışmış olur.

Hakk’a ermenin yolu budur, her dem ona ermek emeli ile çırpınmalısın. Kul olan, Mâbûd-i Kerîm’ine kavuşmayı dilemez  mi ?

Akşam namazının farzı üçtür ki, onu eda ettiğinde senin dağ gibi günahını eritir. İyi ve salih amellerin mezar içinde sana mum ve meş’ale olsa gerek...

Ey arkadaş! Her kim ki bu sözlerden almadı, beş vakit namazını kılmadı, o kimse tam ve kâmil bir müslüman değildir ve Cehenneme girse gerek...

Görmez misin Allah’ın sevgilisi Cenâb-ı Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)’yı, senden beklemektedir vefâyı. Onun ümmeti elbette ona lâyık olmaya gayret göstermelidir. Çünkü ümmmet, o safâ denizini, o herkesin imdadına yetişen Mustafa’yı görse gerek.

Eğer gönlünde bir nebze din gayreti varsa nefsîn muradını verme, nefse tâbi olma... O deniz huylu Peygamber buyurdu ki : - En büyük cihad, kişinin öz nefsî ile cenkleşmesidir !...

Bu âşık Yûnus, Nebiyyi Ekrem’in üzerine aşk ile salât-ü selâm getirse gerektir...

* * *

Bu arada onlar, Allah’a ait en yüce makamın, taştan yapılmış “Kâbe” değil “Mâna”nın (Hakikat, sır, marifet’in) kalbi olduğunu, yolun sonuna varabilenlere Allah’ın, kendisini görünür kıldığını biliyor ve unutmuyorlardı.

“Kıblegâh-ı Kibriyadır

Yıkma Kalbin kimsenin” özdeyişindeki derin anlam, Yûnus Emre’nin dizelerinde daha bir başkalaşıyor, boyut kazanıyor. Söz olmaktan çıkıp Hâl’e dönüşüyor.

 

Toldur Bize Sun Kadeh

Toldur bize sun kadehi ışk şarabından iy sâki

Ol denizden içür bize k’andan içer şeyh ü fakı

 

Sohbetümüz ilâhîdür sözümüz kevser suyıdur

Şâhumuz şahlar şahıdur çalgumuzdur dost firakı

 

Kim ki bir dem sohbet ola müfti müderris mat ola

Bir ilâhî devlet ola andan içen oldı baki

 

 

Hırkayıla tac yol virmez fereciyle alim olmaz

Din diyanet olmayıcak okısan yüzbin varaka

 

Okıdun yidi mushafı ha taat gösterür safi

Çünkü amel eylemedün gerekse var yüz yıl oku

 

Bin kez hacca vardun-ısa bin kez gaza kıldun ısa

Bir kez gönül kırdun-ısa gerekse var yollar dokı

 

Gönül mü yiğ Ka’be mi yiğ eyit bana aklı iren

Gönül yiğ durur zire kim gönüldedür dost turağı

 

Gönüllerin konşılarun ısmarladı Hak Resule

Mi’rac gicesi dostile bu keleci oldı baki

 

Yûnus işün budur (hemin) dutgıl gönüller eteğin

Dilersin baki olasın gönüller oldılar baki.

 

AÇIKLAMA  : Ey bade sunan saki ! Bize aşk kadehinden doldur da ver. O canları mestane eden denizden içir bize ki ondan içer fıkıh alimi bile.. Bizim sohbetimiz ilâhî bir sohbettir, sözümüz kevser çeşmelerinin billur sularıdır, şahımız şahlar olan yüce Allah’dır, iniltimiz onun firakındandır...

Kim ki bir dem sohbet etse, bir an aşıkların meclisinde bulunsa, müfti, müderris bile olsa aşka yenilir. Bu bir ilâhî devlettir ki ondan bir yudum içen ebedilik sırrına erer. Hırkalar, taclar, nadide elbiseler iş değildir. Elbise giymekle insan alim olmaz, din ve iman da ele girmez, isterse yüzbin defa ders oku... Bunların hiçbir kıymeti yoktur amel edilmedikçe, ilmi ile amel etmeyen yüz yıl okusa da beyhüdedir. Eğer bin kere hacca gitmiş olsan, bin kere gaza etmiş olsan, değil mi ki Allah’ın nazargahı olan bir gönüllü kırdın bu emeklerin de heba olup gider...

Ey aklı eren kişi ! Gönül mü iyidir, yoksa Ka’be mi ? Elbette gönül daha mübarektir, çünkü dost o gönüllerde taht kurmuştur...

Allah buyurmuştur ki : “Ben hiçbir yere sığmam ancak mü’min kularımın gönlü müstesna...” Kerîm olan Mevla gönülleri Habib-i Kibriya’sına ısmarladı. Mi’rac mucizesinin vukubulduğu gece dost ile bu söz oldu baki...

Ey Yûnus ! Sen işin nedir biliyor musun ? Hemen gönüller eteğini tut, Allah’ın veli kullarının aydın bakışları altında ömür nefeslerini değerlendir... Böyle yaparsan ebedi dirliğe erersin, çünkü gönül ehli, Hak ehli bu yolla ebedi saadeti elde ettiler.

. Bu görev Karamanlılarca yerine getirilmelidir. Allah (CC) bunu kime, hangi hayırlı kuluna nasip edecek, bekleyip görelim diyorum.

Böylece  Karamanlıların davranışı ve Şeyh Aliyy-i Semerkandi’nin “Bahr’ül-ulûm’u” ve Türklerde Tasavvuf’un dinle el ele götürülmesindeki titizliği gösterir bir örnek sergilemiş oldum.

* * *

Buracıkta çok önemli bir nokta üzerinde duracağım. Konuyu, Kur’an ve Sünnet’e inanmış bütün müminlere açıklamam pek zor olmayacak

Ne var ki, hangi nedenle olursa olsun Allah’ı inkâr etmekte ısrar edenler Türk toplumunda da mevcuttur. Bu ateistleri yok farz edip onlara arkamı dönmeyeceğim. Hatta ele aldığım Tasavvuf konumuzun içinde onların görüşüne yer vererek, kendi tezimizi sergileyeceğim.

Ateistler, dünyanın ve kainatın varoluşunu anlatırken:

“İlk önceleri uzayda hesapsız sayıda başıboş gezen, birbirlerini itme ve çekme etkisi altında bulundurmayan iyonlardan iki tanesinin ‘Tesadüfen’ birleşmesi sonunda, diğerlerini hızla kendilerine doğru çekme bağlama ile hem dönen hem de hızla çoğalıp büyüyen güçlü molekül kitlesi, öylesine hız kazandı ve büyüdü ki zamanla kendisinden parçalar kopmaya, bir çok paranın bir arada müstakil sistemler oluşturmasına yol açtı. Üzerinde yaşadığımız dünyanın bulunduğu güneş sisteminde binlerce, on binlerce yıldız ve yıldız kümeleri gibi, daha sayısız çoklukta sistemler ve o sistemler içinde dünyalar, güneşler, aylar, yıldızlar ortaya çıktı. Bunların sayılarının milyarları aştığı söylenir.

Bu gezegenlerin her bireri bütününden ilk ayrılışta kor parçası, ateş yumağı şeklindedir. Zamanla dönüş hızı azalır, soğumaya başlar. Yapısındaki hidrojen ve oksijen atomları  birleşip su moleküllerini meydana getirir. Buharlaşmalar yağmuru, yoğunlaşmalar karı,yağışları oluşturur. Gezegenin yapısında hasıl olan Mikro elementler birleşip Amino asitler’i yapar. Bunlardan canlı hücreler, basit yosunlar husüle gelir. Bu hayatın başlangıcıdır. Zamanla çok hücreli bitkiler, hayvanlar ortaya çıkar. Evrim devam ettikçe ilkelden mükemmele yeni canlı türleri hasıl olur. Bakarsınız en iler yaratık olarak maymun karşınıza çıkmıştır. Zamanla gelişim devam ederek maymundan insan türer.

“Evrim sonucu ortaya çıkan insan, tabiat ananın kucağında doğar bir süre yaşar, sonra ölür. Ölüm var olmanın sonucudur. Canlı, topraktan gelmiştir, tekrar toprağa karışıp gidecektir. Öte dünya yoktur. Hesap kitap sorulmayacaktır.

Din fikri, Yüce Allah gerçeği, insanın kendi kafasında yarattığı hayallerdir.”

İşte ateistler, neresinden tutarsanız tutun ele avuca, akla mantığa  sığdıramayacağınız, zaten tutacak hiçbir yeri bulunmayan bu ve benzeri teorilere inanarak veya inanmış gibi gözükerek toplum içerisinde yaşam sürdürmektedirler.

Kainatta, akla sığdırılamayacak kadar mükemmel bu ritmik düzenin, gelişimin ve yok oluşumun gerisinde yüce bir yaratıcı gücün var olabileceğini kabul etmeyen, aslında Allah’ı inkârdan ibaret, bu maddiyyun, maddeci, materyalist görüşte yani materyalizmde, maddeci,  özdekçi felsefede ahiret olmadığı gibi, hesap günü de yoktur. Herkesin yaptığı, yanına kalacaktır. Bütün toplumun kendileri gibi düşünmesi halinde; bir an için herkesin materyalist görüşü benimsemesi halinde nelerin olabileceğini tasavvur edemiyorlar mı ?

Materyalistlerin büyük bir bölümü aynı zamanda sosyalisttir. Eğer Allah korkusu, öte dünya, hesap verme endişesi, suç ve ceza gibi toplum kuralları yok farz edilirse neyin ortaya çıkacağını düşünemiyorlar mı ?

Olacağı ben söyleyeyim :

Dünyanın en ileri ülkesi Amerika’da, Newyork’ta aniden elektrik kesilmesiyle kontrolsuz kalan insan gruplarının, sadece ışıkların sönmesi gibi çok küçük ve basit bir fırsatta koca bir semtteki bütün mağazaları yağmalayıp, kırıp döküp yok ettikleri tablo ortaya çıkacaktır. Ancak bir semtte, bir şehirde, bir ülkede değil belki de bütün yeryüzünde.

Nerede, evet nerede kaldı sizin sosyalist ve hümanist görüşünüz.?

Yüce Allah, kullarına gönderdiği İlâhi emirlerde daima hakka, hukuka gözetimi, saygıyı, hoşgörüyü, başkalarına zarar vermemeyi ön plânda bize emretmiştir. O, bizim yapacağımız ibâdete muhtaç değildir. Uyduğumuz bütün dinî ve hukuki kurallar önce kendi kendimizin, nefsîmizin faydalanması, zarar görmemesi içindir. Sonuçta da topluma yararı, yani düzeni sağlamaktadır. İşte size gerçek sosyalizm, gerçek humanizm!

Sadece toplum mu ? Onun bir cüz’ü olan hayvanlar alemi, nebatlar, dağlar, ovalar, sular kısacası bütün çevre, kürre-i arz böylece zarardan korunabilmektedir.

Fayda getirmeyeceğini bildiğim halde, yine de Allah’ın yarattığı en mükemmel varlık yani Ahsen-i takvim olan insana sevgimden dolayı ateistlere, maddecilere bir diyeceğim var. Beğenseler de, beğenmeseler de söyleyeceğim:

Materyalistlere yakından bir bakın : Bu insanlar aptal, ahmak, geri zekâlı olmadıkları gibi çoğu kafası çalışan, zeki, olayları değerlendirecek kapasitede akıllı, düzenli, prensip sahibi kişiler olduğu gerçeğini görürsünüz. Ancak yine bu insanların ; hiç bir tesadüfün peşisıra bu kadar mükemmel düzeni getirmesinin vaki olamayacağını düşünmek, kafa yormak gibi bir zahmete katlanmayacak kadar da, tembel olduklarının farkına varırsınız.

Kâinat, gerçekten mükemmel, hem de olağan üstü bir düzene sahiptir. Bu düzende ki mükemmeliyet önceden belirlenmiş, değişmeyen kendi kuralları doğrultusunda süregelmekte, ritmik olarak tekrarlanmaktadır.

Ama deneye, ispatlamaya, çok önem veren varoluşçuların, eksiztansiyalistlerin iddia ettiği gibi, varoluşun özden önce geldiği ve özü, sürekli olarak yarattığı varsayımı deney ile ispatlanmış değildir. Ve yeter derecede doğrulanmış da değildir. Bu bir faraziye, bir hipotez, teorik bir düşünceden ibarettir. Üstelik varsayımın temelindeki ana beton “tesadüf” gibi gerçekle ilgisi bulunmayan çok yumuşak ve çürük bir zeminden ibarettir. Çimento, kum ve harçtan yoksundur.

Maddeyi teşkil eden, molekülün atom ve elektronun iyonların ilk birleşmesinin bir tesadüfle oluştuğunu iddiaya kalkışmak, olmadığını da hem de daha büyük bir ihtimalle, peşin kabul etmek demektir.

Çünkü, “tesadüf” küçük bir olasılığa dayanır. Olağandan epey az miktardaki düzensiz, nizamsız, rastgele bir durumdur. Bir oluş, bir olgu, bir vakı’a bile değildir. Olmama şansı olmasından fazla yüzdeye sahip demektir. Tesadüflerde olasılık yüzdesi, elli-altmış-seksen-doksan değildir. Bu miktarları bulsa, zaten adına “tesadüf “denmez, gerçeklik veya gerçeğe yakınlıktan sözedilir.

Tesadüflerde olasılık derecesi, daima çok düşüktür. Yüzde 1, binde bir gibi.

Kainatın ve maddenin oluşunda rolû bulunan binde bir veya yüzde birden az derecedeki etkenin adı nedir ? Herhalde “tesadüf” diyecekler. Veya belki de ad koyamayacaklardır. Onlardan bir ad koymalarını ısrarla isteyelim. Ve o adı koymadan önce mutlaka düşünmelerini de isteyelim. Çünkü oluşun temelini teşkil eden, başlangıçta başına buyruk dolaştığını söyledikleri iki iyon veya atomun, ilk defa birbirleriyle birleşmesini sağlayan, onlara “ol” diyen, “birleş” diyen, güç gerçekte mevcuttur. Böyle bir gücün “var olduğunu” kabul etmediğiniz sürece, ilk iki atomun birleşmesini inandırıcı hiç bir varsayımla, hipotezle anlatmanız mümkün olmaz. Ömrünüz eskilerin “lâf-ı güzaf” dedikleri boş ve faydasız çene çalmayla geçer gider.

Yine ateistlere, yaratılışlarındaki yüceliğe daima en ön plânda saygı duyduğum için, insan değerini çok yakından görebilen bir meslek mensubu olarak, eğer mü’minlerin :

“Allah (C.C.)’u” deyişlerini aynen söylemekten illâki kaçınacaklarsa bu güce isterlerse “Tanrı” desinler. Yani var olan gücü “tesadüf” gibi en olağan dışı, en son akla gelebilecek bir hayale değil, “gücü”de vasıflandırarak ad koyabilecekleri bir temele oturtsunlar. Ve ateizmden ıraklaşıp “teizm”i  içlerine sindirsinler. Böylece daha çok gerçekçi, maddenin özündeki öze daha kolay yaklaşacak bir yolu seçmiş olsunlar.

Esasen yüce yaratıcı kendini, varlığını, gücünü, en mükemmel eseri insan başta olmak üzere, diğer bütün yarattıklarında açık seçik göstermiş ve bunu kitab-ı Azimüşsanda, ‘Kur’anı Keriminde delilleriyle birlikte pekçok kez gözler önüne sermiştir. Dikkatlerimizi, aklımızı, idrakimizi, sezilerimizi, bu delillere yöneltmemizi emretmişlerdir.

Ateistlerden istediğimiz, inananlar nasıl onların tezlerini dikkatle ve incelikle dinleyip izliyorlarsa, lütfen onlar da İslâmi tasavvufa girmeye çalıştığımız burada, Kur’ani azimüşşanın önümüze sürdüğü delilleri, ayetleri, peşin hükümler saptamadan, ön yargıdan uzaklaşarak, bizimle birlikte dikkatle okuyup dinleyip, görüp anlama ve kavrama zahmetine katlansınlar. Gerçeğe, İlâhi bir gerçeğe yaklaştıklarını hissedecekler, farkedecekler.

Hatta hatta burada beklemedikleri bir teklifi de sunacağım : Gelin tek Allah’a, tek Tanrıya inanan dinleri yakından inceleyin, araştırın. Sizi İlâhi gerçekten uzak tutan tembelliğinizi üzerinizden atın. Hayâl edemeyeceğiniz kadar güzel, çok yakınınıza geldiği halde, çok uzağında kaldığınız apayrı yepyeni, streslerden, marazlardan, kötülüklerden kurtulup, semalarında kanat çırpacağınız bir dünyaya kavuşun.. Tasavvuf dünyasına.

Araya yerleştirdiğimiz iki ek konuyu takiben, Tasavvuf ummanında az daha açılabilmek umuduyla yine bir ustanın peşinde, saygıdeğer hocam Prof. Dr. Agâh Çubukçu’nun, “Türk İslâm Düşünürleri” eserinde Tasavvufun bir başka köşesini tutalım.

İslâmiyetin kuruluş yıllarını takib eden devrede müslümanlar kendi dinlerini sapık düşüncelere karşı savunmak lüzumunu duydular. Allah’ın varlığını, sıfatlarını ve ahirete ait meseleleri, hem mantiki biçimde hem de nakillere dayanarak açıkladılar. Böylece “Kelâm ilmi” doğdu.

Hicri II. yy.’dan itibaren düşünceler arttı. İslâm zühtünde ileri gidenler daha çok Allah’a yaklaşmak istediler.

Tasavvuf ekollerinin ortaya çıkmasında Yunan, Hind ve İran etkisinin bulunabileceğinden söz edenler çıkabilir. Ancak İslâm tasavvufunun doğmasındaki temel unsur Allah’a yaklaşma çabasıdır.

Çile çeken dara düşen insanlar, bu durumdan kurtulmak için, Allah’a yaklaşmaya, bunun daha çok ibadet etmeyi gerektirdiğine kanaat getirdiler. Bu çabanın yerine getirilmesi esnasında kendilerinde yeteri güç bulamayınca da bir dinî liderin ilminden, yol gösterisinden faydalanmak gereğini hissettiler. Böylece “şeyhe bağlanma” doğdu. İslâm mutasavvıfları gönül temizliğine, ahlâk güzelliğine, derûnî yani içten, kalpten düşünceye önem vererek islâmın emirlerinden uzak kalmamaya da özen gösterdiler.

Türkler, islâmdan önce de doğayı seven, kadına hürmet gösteren, yiğit davranan, gök tanrıya saygılı büyük bir ulustu.

Savaşlar nedeniyle diğer uluslarla yakın ilişkileri olmuş Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Mazdeizm’den ve Hristiyanlıktan haberleri var. Müslümanlığı kabul ettikten sonra da bağnazlık göstermediler. Çeşitli topluluklar ve inançlar arasında yakınlaşmayı sağladılar. Varlık anlayışında, insanın değerinde, ahlâki ilkelerde Türk felsefesini İslâmi kavramlarla anlattılar. “İslâmda zorlama yoktur” mealindeki ayeti (Bakara 185) göz önüne alarak vicdan özgürlüğüne saygı duydular.

Harpler, kavgalar düşmanlıklar, hoşgörü yerine kinin, nefretin, yer aldığı, bugünkü dünyada da aynı görevi ifa etmenin Türklere düşeceği görüşündeyim. Allah’a varan bütün İlâhî, Kitabî dinlerin merkezi odak noktası durumundaki Türkiye bu karizmatik görevi istese de, istemese de er geç yapmak zorunluluğunda kalacaktır. Çünkü bu aynı zamanda dinî bir vazifedir.

Kur’anı Azimüşsan, varlığın esasıyla “benimiz” arasındaki düğümü çözme görevini bize yüklemiştir. Buna arkanızı dönemezsiniz. Biyolojik ve Fizyolojik sırların ötesinde, psiko-metapisişik olgular, ne kadar görmezden gelirsek gelelim, her an  karşımıza çıkmakta, onlarla yüzyüze gelmekteyiz. Yûnus Emre ile ilgili eski bir yapıtımdan alıntılar yapacağım (62).

Çevremizde çeşitli yaş ve meslekte insanlar var. Onlara yakından bakın. Kimileri canlı, cıvıl cıvıl. Zekâ dediğimiz bir enerjinin varlığını hissediyor, sanki görüyorsunuz. Kimileri ot gibi. Ha varlığı, ha yokluğu. Size iyi bakmanızı söylemiştim. Yaklaşın, ot gibi gözüküyor dediklerimizin bile, aslında bir özel yanları, zannedilenden ilerde bazı hususiyetleri vardır. Şu halde; anomaliler, zihin gerilikleri ve diğer bozukluklar dışında ki her insanda faydalanılabilir bir güç, bir kuvvet bulunmaktadır.

Bunu iyi anlatabilmek için, adına “Beyingücü” deyip örnekleme yapacağım. İnsan beynini önce, dev bilgisayarlarla kıyaslayalım. Hani sık, sık yarı iletkenlerden, silisyum dioksit, üçüncü veya beşinci grup elementlerden bahsederler. Japonların bir santimetrekareye ikiyüzellialtı transistor yerleştirdiklerini söylerler. Bir transistöre onbin sayfalık kitap aktarılıyormuş. Yarım veya bir santimetrekaradeki transistörlere iki trilyon beşyüzaltmışmilyar sayfalık bilgi yerleştiriliyormuş. Böylesine modern, böylesine üstün yapılı bilgisayarların pek çok adedinî yanyana getirip teraziye koyun. Karşı kefeye de insan beyninden bir parçacık yerleştirin. Güçlü, kuvvetli olanın, ağır çekenin insan beyni olduğunu görürsünüz.

Sorsanız ve deseniz ki :

-Tasavvurun üzerinde güce sahip olan beynimizden yararlanabiliyor muyuz ?

Cevabım :

-Yararlanıyoruz şeklinde olacaktır. Ama hangi oranda ?

Bugünkü ölçülere göre sınırsız diyebileceğimiz bu gücün, genelde yüzde beşinden istifade ediyoruz. Yani yirmide birini kullanıma alıyoruz. Ondokuzunu potansiyel olarak tembel, pasif durumda saklıyoruz. Faydalandığımız miktarı artırmak mümkün. Bazı bilgiler, tedbirler, çalışmalarla beyin gücünden faydalanmayı yirmide bir yerine yirmide ikiye ulaştırma olanağına kavuşursak, olağanüstünlüğe erişme durumu doğar. Deha biraz da budur. Söylediklerimi anlaşılır yapmak için maddi, nesnel örnekler vereceğim :

Einstein’in beyninde nöron başına düşen glia hücrelerinin diğer insanlardakinden çok olduğu görülmüştür. Bunları daha da çok yapmak, çoğaltmayı bilmekle mümkün olur. Bu ne demektir, düşünebiliyor musunuz ? Normal doğan her insan beyni, bazı işlemlerle, herhangi dahinin beyninden ileriye götürülebilir. Bunun nasıl mümkün kılınacağı konusuna bir başka vakit değinelim. Mevzudan uzaklaşmamak için tembel, atıl halde taşıdığımız beyin enerjisini halen kullandığımızdan iki, üç, dört kata çıkarabilsek neler olur ? Birkaç cümle ile anlatalım :

Hani zaman zaman gazete haberlerinde okursunuz. Bazı insanlarda mıknatıs gücü olurmuş. Kimileri bakışları ile çeliği büker, bir el hareketi sonucu diğer insanları yere mıhlar, maddeleri eşyayı hareket ettirir, kesmeden, biçmeden ameliyat eder, iz bırakmadan yaraları iyileştirir, geleceği, olacağı haber verir, ruhları çağırır, geçmişle köprü kurar, ta uzaktaki olayları hisseder, işitir, görür.

İşte, beyin gücünden yararlanma oranı artıkça, bugün için şurada burada rastlanan, çoğu zaman bilim-kurgu filmlerine konu yapılan olağanüstülükler o vakit, artık normal olaylar haline gelir. Bunları herkesin yapabildiği görülür. Bu kadarla da kalmaz, beyin gücünden yararlanma oranı artıkça, örneğin yüzde elliye yaklaştıkça zaman ve mekân yok olur. Sabah kahvaltı masasında çayın şekerini karıştırdığınız süre içerisinde Amerika’ya, Japonya’ya hatta gökyüzüne uzaya varır, gezer, görür ve dönersiniz. Daha ötesi geçmişe ve geleceğe, bin yıllar öncesine veya ötesine ulaşmanız mümkün olur. Hani bilim-kurgu filmlerindeki ışınlamalar, zaman makinelerine girip çıkmalar gibi.

“ Gerçek ile hayal arasındaki sınırı yok ettiniz.” diyebilirsiniz.

Hakikatte böyle bir sınır yoktur, O sınırı insanoğlu yaratmıştır. Yüzyıl evvel binyıl evvel hayal saydığını, aynı insan şimdi gerçek olarak kabul etmektedir. Bugünkü hayaller bir süre sonra gerçekleşecektir. Şu halde aradaki sınır insanın kendi zaafını örtbas etmek için koyduğu bir uydurmaca’dan ibarettir. Hayal ettiğiniz her şeyi hakikat yapacak güç insanda mevcuttur. Zaten hayal dediğimiz şey, beyinde var olan yaratma gücünün saçtığı manyetik dalgaların yine beyin tarafından yakalanıp, söz, yazı, resim ve diğer şekillerde ortaya konulmasından ibarettir.

Beyin gücünden yararlanmayı öğrendik sayalım. Onun tamamını yani yüzde yüzünü kullandığımızı düşünsek nereye ulaşırız ?

Şu kadarını anlatmakta yarar var :

İnsan, Tanrı’nın yarattığı en yüce varlıktır. İnsan beyni ise bu yüce varlığın en güçlü, en kudretli, en çok yeniden yapılanma yeteneğine sahip organıdır.

Yüce Allah, taşı toprağı bile atom denilen parçacıkları biraraya getirerek yaratmış; protonlar, nötronlardan çekirdek yapmış, onları birbirlerine korkunç büyüklükteki enerjilerle bağlamıştır. İnsanoğlunun bir taş parçasındaki atomları çözerek açığa çıkardığı enerjiden başka bir şey olmayan atom bombası, hidrojen bombası, nötron bombası canlıları, şehirleri, ülkeleri biranda yokedebilmektedir. Veya barışcı amaçlarda kullanıp bitmez tükenmez gözüken elektrik, ısı, mekanik enerjilere dönüştürebilmektedir.

Bir avuç taşa bu gücü yerleştiren yaratıcı, kendi özünden bir parça eklediği insana kat kat fazlasını veremez mi ?

Bilim hergün, bir önceki günden aydan, yıldan ve asırdan daha ileriye ulaşmaktadır.

Allah (c.c.)’in Yüce Kur’anı Keriminde bize apaçık sunduğu gerçeklerin yanısıra, anlamakta yetersiz kaldığımız için hâlâ çözemediğimiz, erişemediğimiz pekçok mesajın pozitif ilimler ışığında aydınlığa kavuşacağını ümit etmek zorundayız. Bu gerçeğe aykırı düşmez.

Son yılda Merihe gönderilen uydunun, oradan bize ilettiği görüntüler, resimler, analizler, kainat hakkında öğreneceğimiz daha pek çok şeyin bulunduğuna canlı örnektir.

Kur’anı Kerimde belirlediğim uzayla ilgili (kevni) ayetlerin, 29 ayrı konuda 194 ayetin dışında, dünyamız, güneş, ay ve yıldızları ile kainatta yer alan galaksiler hakkında, daha başka mesajlar da içeren ayetler var...

İşte insanoğlu, gelişen bilimlerin bize kazandıracağı yeni bilgilerin ışığında bu mesajları daha iyi algılayacak, bugün erişemediğimiz bazı sırları çözme imkânına kavuşacaktır.

Çağların içerisinde insanların olduğu gibi, toplumların sosyal gelişim grafik çizgilerinde de iniş-çıkış noktaları mevcuttur. Günümüz insanı, dünden ve geçmiş asırlardan daha çok maddeci, materyalist, inançları zayıf, çıkarını ön plâna alan, bunalımlarına çare bulmaktan aciz, bencil bir yaratık haline dönüşmektedir.

Bu husus, insanı insan yapan “lübb” dediğimiz kalbi yönünü, içinin özünü zaafa yöneltmekte ve “ulu’l-elbab- yani sırların yabancısı olmayanların” sayısını gittikçe azaltmaktadır. Bu durum da, konumuzu açıklığa kavuştururken, önemle üzerinde durulması gerekli noktalardan bir diğeridir.

Şimdi, tekrar başa :

“Kur’anın, benliğimizin derinliğinde, ilâhî sırların saklı bulunduğu ve bizim bu sırları çözmemiz gerekliği, bunun için de, aklımızdan ve idrak gücümüzden daha ilerde, özümüzle, kalbimizle, ben’imizle, benliğimizle o sırlara yaklaşmamız zorunluğu ile yüzyüze kalışımıza dönelim.

Yukarıya sıraladığım üç noktadan birinci ve ikincideki gelişmeler, sırları çözmemizde zamanla kolaylıklara sahip olacağımızı ama üçüncü nokta işimizin gittikçe zorlaşacağını gösteriyor.

Her hâlükârda insanoğlu psikometapsişik sırları çözme çalışmasından vazgeçmiyecek, bu yüzden de tasavvuf, insan hayatının bir parçası olmaya devam edecektir.

Mir’aç olayı bir ibret tablosudur.

Mir’aç, Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) efendimizin, Recep ayının 27. Gecesinde, ruhen, cismen, hâl’en, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkma mucizesidir.

Kur’anı Kerimde 53. Sure Mekke’de inmiş bulunan “En-Necm” ve El-İsra surelerinde Mir’aç mucizesi duyurulmaktadır.

El-İsra 1. Ayette :

“Bir gece kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed kulunu Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.”

En Necm : 8,9,10,11 ayetler :

“Sonra ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Allah vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı.”

Ayet 13,14. Ayetler :

“Andolsun onu, Sidret’ül-Münteha’nın yanında önceden bir defa  daha görmüştü.

15. ayet :

“Cennetül-Me’vâ da onun yanındadır”

16. ayet :

“Sidreyi kaplayan kaplamıştı.”

Mir’aç olayı Peygamber efendimize has bir gerçektir. Ne var ki bir olayın Kur’an vasıtasıyla tebliğ edilmesi, duyurulması, ortaya çıkan Mir’aç keyfiyetinin, sadece Allah (c.c.) ile onun son Peygamberi arasında cereyan edip geçmiş, böylece kalması gereken vakıa’dan ibaret bulunmadığı apaçık gözükmektedir. Bu, başta mü’minler olmak üzere bütün insanları ilgilendirir.

Mir’aç ile iletilen mesaj nedir ?

Önümüzdeki yıllarda, Mir’açta cereyan eden bir kısım mucizelerin, yaşamımızda yer alacak gerçeklere değiştiği görülecek midir ?

Bu sorunun evet’ten başka cevabı yoktur.

İnsanoğlu bugün için illiyetin; ana sebebin ortaya koyamadığı olaylar karşısında yine psiko-metapsisik arayışların içine girmekten, yani tasavvufla yüzyüze kalmaktan başka seçeneğe sahip değildir.

Tasavvufa biraz daha yaklaşabilmek için, konuyu sade bir dil ve akıcı bir yöntem uygulayıp okuyucuya sunan değerli kardeşimiz Ali Değirmencinin “Oluş Sırrı ve Hakka Yolculuk” adlı eserinin önsözünden bir bölümü vereceğim. (106)

“İnsan hamurunun mayasını teşkil eden, gönül aleminin tercümanlığını yapan kalbin esrarını, hikmetini ve kalb ilimlerini konu alan ve İslâm’ın azimet ve takva çerçevesinde özünü teşkil eden ana bilim dalı : <Tasavvuf> tarifiyle başladığı cümlelerini devam ettiriyor :

“Tasavvuf islâmın kalp ilimlerini esas alan, batıni Fıkıh yoludur. Ehli Sünnet yolunun (hususiyle amel ve hâl) sistemleşmiş bir ilim dalı haline gelmiş, mühim bir sahasıdır.

Tasavvuf, fetvayı esas alan Fıkıh’tan sadece sahalarının farklı olması sebebiyle ayrılır. Ruh ve mânâda, tevhid hakikatına hizmetle, kulluğun maksat ve gayesini gerçekleştirmede bir ve beraberdirler.”

Tasavvufun, kalbi meseleleri esas alıp, kemal (olgunluk) yolunu tarif etmekle, islâmın en özlü meselelerine eğildiğine dikkati çekiyor.

Tasavvufa daha yaklaşabilmek ve anlaşılırlığını kolaylaştırmak için, Prof. Dr. Süleyman Uludağ beyefendinîn, Kuşeyri’den dilimize çevirdiği, (113) “Tasavvuf terimleri, sözlüğü” isimli eserdeki bu özel terimleri kullandığımız anda açıklamasını da, vereceğim Sn. Süleyman Hocanın ön sözünde :

“Ünlü mutasavvıf Küşeyri, RİSALE adlı eserinde, herhangi bir mesleğe ve san’ata mensûb kişilerin bilgi ve hallerinin yabancılar tarafından öğrenilmesini istemedikleri için, kendilerine özgü, birtakım terimler kullandıklarını ifade eder.”

“Bu terimleri öğrenmek bir bakıma, tasavvufu öğrenmek anlamına gelir” ve :

“Tasavvufun kâl (söz ve ibare ilmi) olmayıp, hâl ilmi olduğunu, yani anlaşılması için yaşanması, öğrenilmesi için tadılması; bilinmesi için zevkine erilmesi lâzım geldiğini” ilâve eder.

Tasavvuf tarihinde bu terimlerin evreleri şöyledir :

Miladi XII. Asra kadar sufiler, ilkelerini gayet basit ve kolay anlaşılır bir dille şöylemişlerdir.

Daha sonraki asırlarda, terimlere yeniden eklenen mânâlar, bâzan terimlerin önceki anlamlarını tamamlayıcı nitelikte ise de, bâzan onlardan tamamiyle ayrı, hatta onlarla çelişki yaratacak kadar değişmiştir. FENA, BEKA, CEM, FARK gibi kelimelerde bu husus açıkça görülebilir.

XII. yy. dan sonra iki türlü tasavvuf terimi daha ortaya çıktı.

Birincisi, mahabbeti, şevk’i, aşkı, vecdi ve istiğfarı esas alan Gazali, Hemedânî, Senaî, Baklî, Attâr, Mevlânâ, Câmi ve Fahrettin Irâkî gibi büyük mutasavvuf şairler tarafından terennüm edilen, sevgi ağırlıklı tasavvuf edebiyatıdır. Yûnus Emre, Eşrefoğlu Rumi, Fuzûlî. Nâbî, Galib Dede, Nesîmî, Niyazi Mısrı bu akımın  Türçedeki en tanınmış temsilcileridir.

İkincisi : Vahdet-i Vücûd ile ilgili terimler. Marifet ve hikmet ağırlıklı bu terimlerle adeta özel bir dil meydana getirilmişdir. İbni Arabinin ve Kâşâni’nin, ayni adı taşıyan Istılâhâtu’s-Sûfiye sözlüğü, Seyyid’in Tasavvuf’rifat adlı eseri bu gurup’ta önemli örneklerdir.

XII. yy ve sonrasında karşımıza çıkan üç türlü Tasavvuf terimlerine bir dördüncü olarak :

Her tarikatın, kendinî ifade için kullandığı, tarikat ve tekke hayatı ile ilgili deyimleri içeren terimleri eklememiz gerekir. Sühreverdi’nin <Avârifu’l-Mâârif>ini örnek gösterebileceğimiz gibi; Mevlevîlik , Melâmîlik, Kadîrilik, Rifaîlik, Halvetîlik, Nakşibendîlik ve Bektâşîlik gibi büyük tarikatlarda bu tür terimler daima yer almıştır.

*

Tasavvuf konusu bitmez. Onu burada bırakmak zorundayım. “İnsanın kendinî bilmesi, Rabbini bilmesini götürür.” Dedik.

İnsan anatomisi, Histolojik (doku) yapısı, Fizyolojisi (organ görev ve fonksiyonları) embriyolojisi (Rüseym, Cenin gelişmesi) ve insanla ilgili bütün bilimlere inildikçe yaratılışdaki mükemmeliyetin olağanüstü görünümü, yaratıcının gücünü gözler önüne serer.

O gücü, Allahı (CC) kendinde bulabilen kul, yani insan, gerçeğe daha kolay ulaşır.

İşte tasavvuf budur.

Biraz yukarda, İmamı Gazali’nin yolumuza ışık tutan kılavuzluğundan yararlandık. “Bu gerçeğe erişmede, yani tasavvufta birçok engellerin aşılması gerekir” dedik. Ve cihad-ı ekber’den (büyük cihad’dan) sözettik.

Özetlersek : Bu yolda ilk önce karşımıza “Nefsîmiz çıkar. Onun aşılması “cihad” ile “cihadı ekberle” yani nefis mücadelesi ile başlar.

İkinci engel : “Heva vü Heves” dir. Zevk ve şehvetlerdir.

Üçüncü engel : “Şeytan”

Dördüncü engel : “Dünya”nın kendisidir.

Bu engellerin aşılması için yapılan çalışmalarla :

1- Organlarımızın (uzuvlarımızın), islâmın ilâhî emirlerine karşı gelmemesi, yani uyması suretiyle; kalbimiz “Hikmet”in (kainatla ve yaratılıştaki ilâhî amacın) kaynaklarına ulaşır.

2- Nefsîmizi kötü huy ve alışkanlıklardan uzak tutmak yoluyla; ilm ü Ledün’ün (Allahın insana ilham ettiği, ilâhî, ilim, hikmet ve gizliliklerin)sırlarına bildik, aşina, vakıf olur.

3- Kalbimizdeki uyuşukluk, aymazlık (gaflet) ve dalgınlıktan sıyrılarak; bizden çok önde mertebelere, aşama ve rütbelere ulaşanların, dua, yakarı, ibadetlerini anlama ve görmeye mazhar olur, erişir.

4- Yaratanın sırrını keşf için, gam, keder ve üzüntülerden uzaklaşarak; Allaha yaklaşmanın belirtilerini, nurlarını hisseder.

5- Şeytanın ve Nefs’in verdiği kuruntuları ve vesveseleri yenerek; Allah aşk ve sevgisinin parıltılarını görür.

6- Aklımızı, zihnimizi boş düşüncelerden arıtarak, daha dünyada iken, kendimizi cennet bahçelerinde buluruz.

Ama, bütün bunları : dünyaya, insanlara; dağları, ormanları, suları ve sair canlıları ile birlikte, yaratılmış kainatın tümüne zarar vermeden, sadece ve sadece Allahın rızası için, herhangi çıkarı veya karşılığı ummadan, beklemeden yapmalıyız. Hizmet vermeli, emek harcamalıyız.

Dahası;

Sıtk ile, aşk ile, tantanasız, gösterişsiz, sadece ve sadece Allah’ın (CC) rızasını kazanma isteğini içimizde duya duya yapacağımız uğraşların ardından büyük olasılıkla erişeceğimiz mertebeyi, başkalarına faş etmeyecek, göstermeyecek, bildirmeyecek, belli etmeyeceğiz. Alayiş, tantana ihlâsa ulaşamamaktan kaynaklanır.

Ve kısa kesmem gerektiğini bile bile, sözlerime biraz daha devam etmek zorunluğuna boyun eğiyorum.

İleride niçinini de açıklayacağım.

İnanan kişi, inancının ona yüklediği yükü taşımakla mükelleftir, borçludur. Bundan kimse şüphe duyamaz ve şikayet hakkına sahip değildir.

Ne var ki, yine hiç kimse, “ben borcumu ödeyip kurtuldum” diyerek, kendisini emniyette hissetmeye izinli de değildir.

Bu yüzden içimizdeki “ben” “daha ne yapmalıyım, nasıl düze çıkabilirim, hangi yol beni kurtuluşa esenliğe güvenliğe, sırat-ı müstakim’e götürür? sorusunu sorar durur.

Dünyanın en değerli serveti, “Nasihat”tır. Ayni zamanda en ucuz serveti de yine “Nasihat”tır.

Kendime kıt kanaat yetecek aklımı, sizlere öğüt vererek, harcamayı düşünmüyorum. Ancak konunun getirdiği zorunlukla kısa sözcükleri kağıt üzerine dökmekte yarar görüyorum :

Öncelikle, Allaha sıdk ile sarılan ortada kalmaz diyorum.

O : “Mümin iseniz benden korkun ve ‘hafüni in küntum mü’minin” (Al-i İmran, 175 sonu) diyor. Ama yine Hak Teala : “Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir = Hasbinallah ve niğmel vekîl” dememizi de emrediyor.

O’na inanın, O’na güvenin, O’nunla “bir olmaya”, birlikte olmaya koşun !

Yaratılmışların en mükemmeli olduğu için, “Ahseni Takvim” deyimiyle vasıflandırılan insanın temel amacı, rabbini bilmektir. (Marifetullah) Bu bilince ise, insanın kendi nefsîni tanıması, o nefisle mücadeleyi (cihad-ı ekber) öğrenmesi, Hakk’ı sevmesi (Muhabbetullah) ile ulaşılır.

Bu yolda en güçlü araç, en etkili silah, en hızlı ulaşım aleti “zikir” sokağında bulunur.

Allah (CC), Kur’anı Azimüşsanda (Ankebut Suresi, 45. Ayet) :

“(Resulum !) Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allahı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarını bilir” emirleriyle, “Allahı anmayı” yani “zikr”i, namazdan ayrı, fakat onun devamı derecesinde gösteriyor. Zikir apayrı bir önem taşıyor. Ayetin mealinde, zahiren ve batınî olarak ta, namazın devamı, yani farzın devamı şeklinde karşımıza çıkarılan zikir için, özel bir usul ve erkan da gerekebilir. Fakat siz Onu, imanın özü, Kur’anın sırrı olan Kelime-i Tevhid : “La ilâhe illâllah” ile de ifa etseniz maksat yerini bulmuş olacaktır.

*

Sana Direm iy Veli

Sana direm iy veli tur irte namazına

Eğer değülsen ölü tur irte namazına

 

Ezan okur müezzin çağırur Allah adın

Yıkma dinün bünyâdın tur irte namazına

 

Ağar pervâza kuşlar tesbih okur ağaçlar

Himmet alan kardaşlar tur irte namazına

 

Namaz kıl zikr eyle elün götür şükr eyle

Öleceğin fikr eyle tur irte namazına

 

Namaz kıl yarağ olsun ahretde gerek olsun

Sinlende çırağ olsun tur irte namazına

 

Namaz kıl imâm-ıla yatmagıl gümân-ıla

Gidersin imân-ıla tur irte namazına

 

Çıka gide can dahı şöyle kala ten dahı

Derviş Yûnus sen dahı tur irte namazına...

 

AÇIKLAMA : Sana diyorum ey veli, sabah namazına dur. Eğer ölmemişsen sabah namazına dur. Sabah namazını vaktinde edâ et.

Görmez misin ki ezan okuyup duruyor müezzin, Allah’ın adını ilan ediyor, gökleri (Allah en büyüktür!) diyerek inletiyor. Öyleyse namazı terk edip de dinîn direğini yıkma, sabah namazına dur...

Kuşlar kanat çırpa çırpa uçarlar, Allah’Ý zikreder ne varsa âlem içinde. Ağaçlar daldan kollarını, yapraktan ellerini, çiçekten dillerini açmışlar da yüce yaratıcıya niyaz ediyorlar. Ey himmetli kardeşim, dur sabah namazına...

Namazını tastamam kıl, Rabb-i Kerîm’ini zikreyle, elini kaldır şükreyle, öleceğin anı düşün ve fikriyle, dur sabah namazına...

Namazını tastamam kıl, azığını hazırla. Çünkü ahirette bu namaz msana gerektir, mezarında ışık olacaktır, dur sabah namazına...

Namazı imama uyarak ve cemaatle birlikte kıl, yatıp uyuma şüphe ve zan ile, idersin iman ile, dur sabah namazına...

Bir gün bu bedenden can dahi çıkıp gidecek, ten ortada bir taş gibi hissiz kalacak ve dünya değişecek... Derviş Yûnus, sen dahi dur sabah namazına...

Hadis Meâli : Namaz dinîn direğidir, kim ki namazını kılarsı dinîni doğrultmuş olur, kim de terk ederse yıkmış olur...

*

Asılda, dinî emirleri, ibadet ve zikirleri, farz ve sünnetin esaslarını, okumak suretiyle veya bilenlere sorarak öğrenip uygulamak daha evlâdır.

Ancak sizi dinî konularda bilgilendirecek, öğretecek, kılavuzluk edecek, önünüze düşecek mürşidleri çok dikkatle ve titizlikle seçmek zorundasınız. Kendinde bu mertebeyi bu yetkiyi gören yol gösterici, kılavuz, eğer her yönüyle gerçekten yeterliyse ne alâ yoksa bu çok hassas görevde en küçük bir nakısa, bilgisizlik veya yetersizlikten doğacak büyük günah kendisini de, ona tabi olacak iyi niyetli müslüman kardeşlerimizi de Allah indinde sorumlu kılacaktır.

Ben, sade vatandaşlarımıza, hemşehrilerimize ve ilgilenen herkese bir noktaya daha açıklık getirerek bitireceğim :

Türkiyede günümüzün insanı, belki çok çok evvelkilerden değil ama, dünden ve dünden öncesindekilerden daha iyi, daha hayırlı ve daha güvenli bir yoldadır. Zaten iyi insan olmanın, mükemmelliğin gerekleri ortada :

“Eğer bir kimse Allaha inanıyor, O’nun meleklerine, gönderdiği kitaplarına ve Resullerine, ahiret gününe, kadere, iyilik ve fenalığın Allahtan geldiğine, ölümden sonra tekrar dirileceğimize, hesap gününe itikat ile bunlara şehadet ediyor, “Yüce Allah’tan gayri yaratıcı yoktur” Muhammed Mustafa (SAV) efendimiz de Onun Resulüdür” diyerek, dili ve kalbiyle ikrar ediyor, söylüyorsa ;

Üzerine düşün farzlara ve Peygamberimizin sünnetlerine uyarak, namazını kılıyor, orucunu tutuyor, şartlar uyarsa Haccını yapıyor, zekâtını veriyor, yalan söylemiyor, ölçüsüne, kantarına, terazisine, metre’sine, kılı kırk yararcasına dikkat ediyor, kul hakkını gözetiyor, görevinde hizmetinde saatine vaktine dikkat ederek kaytarma yapmıyor, düzen, hile, şek ve aldatmacılıktan sakınıyorsa,

Gönül kırmaktan kaçıyor, hoşgörü gösterebiliyor, başkalarına hizmetten haz duyuyor, komşu hakkına riayet ediyor, milletin hakkını düşünerek, devlete vergisini tam ödüyor, zorunlu kamu hizmetlerine gönüllü koşuyorsa,

Kazanç için tamahkârlıkta bulunmuyor, tok gözlü, tok gönüllü davranabiliyor, rızkı veren Allah’a şükrünü eda ediyor, verenin de alanında “O” olduğuna şüphesi yok, ama, kazanmak için sıtk ile, dürüstlükle çalışmak, helâlinden kazanmaya herşeyden önce dikkat etmek gereğine uyup, kendinî daima kontrol, murakabe altında tutuyorsa.

Kibir, gurur ve ben’lik duygusuna kapılmıyor, her insanın toplum içinde de, Allah indinde de hür ve diğer insanlara eşit bulunduğuna samimiyetle inanıyor, haklarının sınırları nerede başlayıp, nerede diğerlerininkine yaklaşıp bittiğini bilerek, hak’a riayeti Hakk’a riayet sayıyor, hukukun anlamını idrak ediyorsa,

Devlet ve Amme malına ziyan vermekten kaçınmayı herşeyden önce tutuyor, kanun ve nizamlara uyuyor, örf ve âdetlere saygı gösteriyor, yetim hakkı kadar, komşu hakkını, sosyal hukuku; fakir fukaranın, hatta bütün milletin; “bizim” dediğimiz maddi varlıklarımızda haklarının bulunduğunu hissedebiliyorsa,

Vatana, milletine, bayrağına, diline,dinîne her hâl ve şeraitte sahipleniyor, onları yüceltmeye gönüllü koşuyor, geçmişine ilgi ve saygı gösterirken, geleceği için fedakârlık ve feragattan kaçmıyorsa, sadece insanlara değil, hayvanlara da, ağaca ormana, suya, canlı cansız tabiata değer vererek onları koruyup kolluyor, büyütüp, bakmaktan geri durmuyorsa,

Ve bütün bu sayılanları para, şan, şöhret, ün, çıkar, bir karşılık için değil de sadece ve sadece Allahın rızası için yapıyor, bunu, başkaları kadar kendi vicdanı da kayıtsız şartsız doğruluyorsa,

Ne mutlu o kişiye ki, iyi yoldadır. İyilerin yolunda, Hakk’ın yolundadır.

Allah’ın kullarına vaddettiği nimetlere mutlaka erişecektir. Dünyasının da, ahiretinin de aydınlığa kavuşacağına dair içinde bir şüphe taşımadan, Sırat-ı Müstakimden ayrılmayıp yoluna devam etsin diyorum.

*

Bu sıraladıklarım nasihat değil, hatırlatma, iyi dilek ve temenninin kapısını aralama çabasıdır. Asıl amacım ise, bir başka uyarıda bulunmak :

Gerek İslâmi kurallar, gerekse toplum anane, gelenek ve görenekleri hatta çoğu kanunlar insan içindir, insanların yararı içindir. Onlara uymak ta zor değildir. Söylemek istediğim, hatırlatmaya çalıştığım, bu kadar kolay uygulanabilecek zorunlukları azımsayıp, daha çoğunu yapmaya kalkışmanın, bekleneninden aksine, sevap yerine günah, fayda yerine kayıp, mükafaat yerine ceza getirebileceği korkusudur.

İbadet güzel bir uğraştır. Üstelik bir borcun edasıdır. Ancak daha çoğunu yapıp, daha büyük mükafaat kazanmak düşüncesiyle farzların da ötesine talip olursanız, bilerek ve isteyerek götürebileceğinizden ağır yükün altına sokulup, ölçüyü kaçırabilirsiniz; risklerin de, girdiğiniz taahhütlerin büyümesiyle çoğalacağını unutmamalısınız.

Sonbeş asırda, islâm aleminde uygulamadaki yanlışlıklarından doğan hatalar islâma da müslümanlara da bir takım zararlar getirmiştir.

Ehli tarikat artık, gerçek tarikattan uzaklaşmış, akla hayale gelmeyecek sayıda şeyhler, mürşidler ortaya çıkmış, din kurallarını yeterli öğrenmeyen, fıkhı bilmeyen, şeriattan, ilimden habersiz, kendine, kendi seviyesine, din bilgisine,davranışlarına bakacak zaman ayırmaya gerek görmeden başkalarının kusur ve eksiklerine karışan, hayalî fetvalar veren bir zümre türemiştir.

Unutulmamalıdır ki :

İmami Gazali, İmamı Rabbani gibi muhakkıkîn-i ehl-i tarik :

“Bir tek sünnet-i seniyyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve mevâfil-i hususiyeden gelemez! Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi, bir sünneti seniyye dahi, bin âdâb ı tasavvufa müreccahtır!” demişlerdir. (114)

Dinîn, İslâmın, tasavvufun, tarikatın, şeriatın doruğuna, en yüksek şeyhlik mertebesine ulaşmış bir üstad ve diğer veliler :

Yüz âdâb ve nafile ibadet, bir sünnetten daha az makbul,bin tasavvuf usul ve davranışı, yani tarikat bir tek sünneti yerine getirmekten geride, bin sünnet ise, bir farza eş, hatta bin sünnetten fazlası ancak bir farzı karşılıyorsa; bir farzın ifası ile, en azından bin sünnet bir milyon tasavvuf ve onun uygulaması olan tarikat gereklerinin yerine getirilmesine, yüz milyon kere nafile ibadete bedel, hatta daha yüksekte olduğu anlaşılıyor.

Bu hükmü veren kişi ben olsam “geç yiğidim, senin aklın bunlara ermez” diyebilirsiniz. Ama söyleyen İmamı Gazali ve İmamı Rabbani gibi muhakkikin (Hakikatin iç yüzünü araştırıp bulan büyük islâm alim ve velileri) olunca, doğruluğundan şüpheye düşüp itirazı akıllarından geçirenlere karşı, “geç yiğidim” deme hakkı bize düşer.