BÖLÜM I

BAŞLANGIÇ

Yûnus Emrenin dedelerinin, Orta Asya’ dan Anadolu’ya göçleri, “Aşıklar örenini yurt tutmaları, İbrala (Yeşildere)  vadisini de mülk edinmeleri, ilim ve irfan öğretileri, ilk dergâh ve tekkelerinin yetmemesi sonucu, Lârendeye uzanmaları; Sinler mahallesinde Porsuk ırmağı Kenarında, geniş bir alanda, tekke, cami, dergâh, hankâh, medresenin yanı sıra, kirişhane, debbağhane, boyahane, basmahane kurmaları; bıraktıkları tapulu, fermanlı mülkleri; şehzadeden alınmış özel izinnameleri, daha sonraki yıllarda Osmanlı kayıtlarında, il yazıcı defterlerinde, kadı sicillerinde, çok sonraki tarihlerde bile Yûnus Emre değirmeni; arazisi ve birçok kayıtta Yûnus Emre veya evlâtlarının Obrukkuyu, Akça Kenise, Beğkuyusu, Şuayb Hacı, Çukur köy, Güveme Obruğu, Sungur Burnu, Çukurkuyu, Güller Kuyusu, Biniş Ağıl, Öksüz Ömer Obruğu, Kesir, Kızıhöyük, Karaca Kervansaray, Yerce, Karacalar kuyusu, Dere Kuyusu, İkisulu Kuyu adlarıyla tesmiye edilen (İsimlendirilen) kışlaklar, yazlıklar, suvatlar, yüz binlerce dönüm tapulu, temessüklü mülkname gayrimenkullar (taşınmazlar) ile ilgili resmi kayıtlara ait bulgular, çeşitli davalarda verilmiş kadı hükümleri, mahkeme kararları ve daha pek çok belgeler apaçık, dipdiri, itiraz götürmez doğruluk ve kesinlikle, günümüze kadar uzana gelmiştir.

Vesikalar, kayıtlar bir yana, Yûnus Emre ahfadından (soyundan), torunların torunlarının torunları el’an (şu anda) aramızda sağ salim yaşamaktadırlar; Duru ailesi, Kıyıcılardan Abide Hanım, Pakistanlı profesör Erkan Türkmenin eşi ekonomist Şerife Türkmen Hanım, İbrala (Yeşildere) kasabasından Özkal’lar ailesi, (1) ve İbralalıların hemen yarıya yakınını Örnek olarak verebilirim. Ve daha nicesinin adı, araştırmalarımızın tamamlanması sonunda gözler önüne serilecek. Belki bir gün teknolojinin genetiğe getireceği yeni olanaklar Yûnus Emrenin Karamanlı künyesini “A” dan “Z”ye bilgisayar ekranlarında gösterebilecek, çuvallar dolusu lâf taşımamıza gerek kalmayacaktır. Biz yine her şeye rağmen, Yûnus Emre’nin Karamanlı soyu kesinkes sonuca bağlansa bile amacımız hedefine varmış, kendimizi ona, o büyük dehaya ulaşmış saymayacağız. Kabuğunu, dış örtüsünü gözden geçirip, onun içinden, onun özünden habersiz “hemşehrisi olmak” şerefiyle yetinmiş duruma düşmeyeceğiz.

Nitekim, onun zahirî dünyasını, daha ileri sayfalarda ortaya koyacağım. Gerçekte amacımız bu değildir. Daha.... daha da ötelere yöneliktir.

Yaşadığı dönemden günümüze, pek çok kişi Yûnus Emre ile ilgili bilgiler vermiş, yazılar yazmış, sözler söylemiş, ancak “gerçek” diye sunulan bir kısım bilgiler, belgeler, Bektaşî hikayeleri ve efsaneler inandırıcı olmaktan hep uzak kalmıştır.

Ahmet Kabaklı Hoca; Yunus Emre adlı eserinde:

“Yûnus Emre, sevgi felsefesini en üstün mânâlar, en sade sözcüklü mısralar, en derin duygular, ince hikmetler halinde, Türkçe söylemiş örnek insan, insan’ı-kâmil. Fırtınalarını şiirinde estirmiş ve susturmuş, ilâhilerini, Anadolu rüzgârlarından dinleyip yine o rüzgârlarla, sanki Azerbaycan’dan Tuna boylarına kadar bütün Oğuz Türklüğü vatanına yaymış.

700 yıldır halkımızın büyük çoğunluğu, Yûnus Emreyi kulaktan kulağa ezanlar, çağdan çağa emanet söz mücevherleri gibi türküsüne aktarmış. Hemen her kişi, ya türkü, ya ilâhî , ya nefes yahut ta mısra halinde ondan birkaç parçayı milli miras olarak kullanmış ve devreyleymiş.” (2) diyor.

Yukarıya aktardığım, nesir tarzını gerilerde bırakıp şiir havasına bürünmüş ifadeleri kullanan üstat Sn. Ahmet Kabaklı , Yûnus Emre’yi yakından görebilen bir düşünce adamı, fikir ustasıdır. Fakat, “kendisini silmek, eserini ortadan kaldırmak - bu dünyanın varlığını, şöhretini, hayatını bir pula- saymamak için elinden geleni yapmıştır. Sözlerini ve yine ayni eserinin bir başka bölümünde(sa:44)

“Yûnus’un da: ‘ mezarını  toprak üzerinde aramayı onu sevenlerin ve ona inananların gönlünde yatıyor’ bilmek Yûnus Emreye daha çok yaraşacaktır.”Şeklindeki anlatımını kabul edemiyorum.

Ve  “Benüm dilüm kuş dilidür, benim ilüm dost ilüdür.

 Ben bülbülem  dost gülümdür, bilün gülüm solmaz benüm demekle, Kendi ilinin dostu olanların ili ve solmayan güller açan yerler olduğunu belirten Yûnus’a son sözü burakarak onun, kendinî dost kabul eden herkesin yanında ve yöresinde olduğunu söylemekle yetineceğiz.”deyişlerini kullanan “Yûnus Emre ve aşk felsefesi adlı eserin sahibi Doç. Dr. Mehmet Bayraktar kardeşimizin yorumunu, belge ve bulgu noksanlığı sonucu, çaresizlikten kullanılmış sözcükler olarak değerlendiriyorum. Sergileyeceğim tablodan sonra düşünür ve yazarlarımızın aile yeri- yurdu, vatanı ve geçmişi hakkında aynı tarzda bir değerlendirme yapmayacaklarını  ümid ediyor, yapmalarının yanlış olacağına inanıyorum. Şimdi çok önemli bir noktaya da hemencecik parmak basacağım

Öncelikle:

Yûnus Emre bir ozan değildir.

Şiiri kendisine sanat edinmek için kullanan bir şair de değildir. Açıklamam biraz aşağıda.

O, bir gönül eridir, sâki’dir, sunucudur.

“Bir sâkiden içtik-şarab

Arştan yüce meyhanesi,

Ol sâkinin mestleriyiz

Camlar onun peymanesi” diyebilen (3) Yaradan yüce sâki’nin meyhanesinde, canını kadehe koyup, bir başka “ben” olan, bir başka sâki.

Ben Bunda Seyr ider iken... (4)

Ben bunda seyr ider iken aceb sırra irdüm ahî

Bir siz dahi sizde görün dostı bende gördüm ahî

 

Ben de bakdum bende gördüm benüm ile ben olanı

Sûretüme can vireni kimdüğüni bildüm ahî

 

İsteyüben bulımazam ol ben isem ya ben kanı

Seçemedüm andan beni birkezden ol oldum ahî

 

Sûret toprakdur diyeni gönlüm kabûl itmez anı

Bu toprağun cevherini hazrete irgürdüm ahî

 

Münkir kişi tuymaz bunı dertlülerün sezer cânı

Ben ışk bağı bülbüliyem ol bağçeden geldüm ahî

 

Ma’şûk benümledür bile ayru değül kıldan kıla

Irak sefer bizden kala dostı yakın bildüm ahî

 

Değme bir yol kandan bana tağılmayam değme yana

Kutlu oldı seferüm hoş menzile irdüm ahî

 

Mansûr idüm ben ezelde anun içün geldüm bunda

Yak külümi savur göğe ben “Ene’l-Hak” oldum ahî

 

Ne oda yanam tağılam ne dâra çıkam boğulanı

İşüm bitince yüriyem teferrüce geldüm ahî

 

Mün’im oldum yohsul iken benüm oldı kevn ü mekân

Yirden göke magrib maşrık yire göke toldum ahî

 

Nitekim ben beni bildüm bu oldı kim Hakk’ı buldum

Korkum anı buluncadı korkudan kurtuldum ahî

 

 

Yûnus kim öldürür seni viren alur gine canı

Bu canlara hükm ideni kim idüğin bildüm ahî

 

AÇIKLAMA : Ben bu alemde seyr ederken acayip bir sırra erdim kardeş. Siz dahi can gözünüzü açın da siz de görün, dostu bende gördüm kardeş. İçime, yaradılışıma nazar ettim, hikmetleri, incelikleri, tecellîleri düşündüm ve anladım ki o bana benden daha yakın imiş sûretime can vereni, hayat ağacımı yeşerteni bildim kardeş...

İstesem de bulamıyorum, o ben isem, ya ben hani ? Seçemedim ondan beni, ben o oldum kardeş... Su sûrete toprak diyeni gönlüm kabul etmiyor. Bu toprağın cevheri o yüce yaratıcıdan değil mi ? Bu insan kumaşını kudret tezgâhında dokuyan eller kimin eli ? İnkarcılar bu hâle vâkıf olamazlar, ancak âşıkların canı sezer bu hikmetleri, ben aşk bahçesinin bülbülüyüm, o bahçeden geldim kardeş...

Sevgili benimledir. Her zerremde ondan bir eser vardır. Ayrı değildir ki kulundan. Ben onu uzaklarda aramam, dostu yakın bildim kardeş.

Değme artık bana, o yana bu yana dağılacak hâlim de yok. Kutlu oldu seferim, güzel bir menzile erdim kardeş...

Bu ezelde Mansûr idim. Bu âleme onun için geldim, yak külümü savur göğe (Ene’l Hak) oldum kardeş... Yâni Hallâc-ı mansûr gibi “Ben hak’ım!” diyorum. Zira bâtıl benim neremde ?...

Ne ateş içinde yanıp dağılam, ne darağacına çıkıp yağlı iple boğulam, işim bitince yürüyem teferrüce, yani ferahlanmaya geldim kardeş...

Yüce Allah bütün varlıkları bizim içir yaratmış ve insanın hizmetine musahhar kılmıştır. Yerden göğe doğu, batı, kevn-ü mekân bizimle dolu, nitekim bu hallere baktım ben beni bildim ve Cenâb-ı Hakk’ı buldum. Korkum onu buluncaya kadardı, şimdi korkudan emin oldum kardeş...

Yûnus ! İyice bir düşün, kim öldürür seni ? Veren alacaktır bu canı, bu canlara hükm edenin kim olduğunu bildim kardeş !...

 

O, kendisinin, İlâhi emirleri kullara iletmekle görevli Resulullah (SAV) efendimizin hizmetine verildiğinden haberdar insan! Kâmil, bir büyük “mürşiddir”. Hem de, hani başkalarının, üzerine basa basa yükseldikleri, ama hangi çeşidinden olursa olsun, hep ayaklar altında kalmaya razı, hoşnut merdiven var ya, işte onun gibi. Kendisi ipil ipil yanarken, çevresindekileri aydınlatmak uğruna, eriyip yok olan mum gibi “mürşit”.

 

 

 

Nedir Bunca Kıyl ü Kal (5)

İy dost ne bunca kil ü kal maksud hod bir haber-durur

Ya bunda cüst ü cu nedür görene bir nazar-durur

 

Tağlar aşup berye çeküp iy uzak sefer idenler

İstedüğün sende-y-iken bu ne aceb sefer-durur

 

Hiç kılmagıl ırak sefer ömür geçer ecel irer

Dost sendedür halvet sever bu galebe haşer-durur

 

Gel ırak isteme anı cânundan içerü cânı

Senünle biledür anı  görmeyen bî-basar-durur

 

Sen uyursın ol uyanuk eksüğüni kılur artuk

Dahı nice bulam tanuk dâim senünle yar-durur

 

Mescid ü medrese sende sen dört yana perâkende

Ne kaldun sen bu erkânda işün katı düşvâr-durur

 

Bu tevhid tonını geyen varlığın yoklığa sayan

İşbu yolda kâim turan bellü bilün ol er-durur

 

Ol işler tamâm olıcak ol dirliği dirilecek

Gözün hicâbın silicek yer gök tolu dîdar-durur

 

Miskin Yûnus anı gördi gönli vü cânı sevindi

Kamusını yire saldı ma’şûkına intiraz-durur.

 

AÇIKLAMA : Ey dost ! Nedir bunca söz, bunca kuru lâf ? Arzu edilen, istenilen şey, kendi habersiz durur. Bunca arayıp taramak da nedir ? Gören ve idrak şuuruna erene bir bakış bile kâfi... Dağlar aşıp, denizler geçip, uzak yollara gitmeye de hâcet yok. Çünkü, aradığın sendedir. Öyle ise bu ne şaşılacak       yolculuk ?...

O sevgiliye ulaşmak için hiç uzaklara gitmeye lüzum yok; ömür günlerin biter, ecel gelir. Dost sendedir, seninle olmayı sever, mahser gibi bir kalabalık onu bekleyip durur...

Gel ey kişi ! Uzak zannetme onu, canından bile içeridedir. O seninle beraberdir hep, görmeyenin gözü kör olmuş durur. Sen uyursun, halbuki o uyanıktır. Bütün eksiğini tamamlar, bütün ihtiyaçların onun kudret eliyle giderilir. O daima seninle beraber olan bir sevgilidir. Mescid ve Medrese sende, sen dört yana parça parçasın, ne tutulup kalırsın bu esaslar, ilkeler çerçevesinde. Eğer bu çemberi parçalalayıp geçemezsen işin pek güç ve zordur.

Tevhid gömleğini giy, marifet iklimine dal, varlığından geç. Bu yolda ayakta duran biliniz ki hak yolcusudur.

Tasavvuf denizinden inciler elde edenin gönlü dipdiri ve apaydın olacak, gözündeki perdeler kalkacak ve yerde gökte hep Sevgilinin cemalini görmek bahtiyarlığına erecektir. Çünkü, yerde gökte ve Sevgilinin kudret ve azametinin ince nişanları vardır ve bu cemal nûrunun bir tecellisidir.

Kendi varlığından geçen, hak aşkının potasında eriyen Yûnus, onu gördü. Gönlü ve cânı sevindi. Neyi varsa yere çaldı, Sevgilinin yolunda toprak oldu, şimdi de vuslat anını bekleyip duruyor.

 

O, aynı zamanda tam bir din ehlidir. Hepimizi, kayıtsız şartsız şer’i kurallara uymaya çağırır.

Namazı dinîn direği görür.

 

Müslümanam Diyen Kişi... (6)

Müslümânam diyen kişi şartı nedür bilse gerek

Tanrınun buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek

 

Tanla turup başun kaldur ellerünî suya daldur

Nefsün düşmandurur öldür nefs hemîşe ölse gerek

 

Öyle namâzın kılasın her ne dilersen bulasın

Tamudan azâd olasın kullar azâd olsa gerek

 

Ol ikindiyi kılanlar arı dirlik dirilenler

Onlardur Hakk’a irenler her dem anlar irse gerek

 

Ahşam-durur üç farîda tağca günâhun eride

Eyü amellerün sinde şem u çırak olsa gerek

 

 

Her kim bu sözden almadı beş vakt namazı kılmadı

Bilün Müsülmân olmadı tamuya girse gerek

 

Görmez misin Mustafâ’yı nice bekledi vefâyı

Ümmet içün ol safâyı ümmet ana irse gerek

 

Bekler-isen din gayretin virmeğil nefse murâdın

Yûnus Nebi salavatın ışk-ıla degürse gerek...

 

AÇIKLAMA : Ey arkadaş ! İslâm sarayına giren kişi, şartı nedir bilmelidir. Farz, vacip, sünnet, müsteha, mübah ve diğer prensipleri iyice öğrenmesi gerektir. Allah’ın emirlerini tutup beş vakit namazını da kılsa gerektir...

Seher vakti erişince başını yastıktan kaldır, billûr pınarların suyu ile ellerini yıka, güzelce abdest al... Nefsîn senin en büyük düşmanındır, onun arzu ve istek elini bağla, o daima ölse gerektir. Çünkü nefsînin tekmesini yiyen kimse bir daha belini doğrultamaz. Nefis timsahını nazla, neş’eyle beslersen ilk helâk edeceği sen olursun...

Öğle vakti erişince, öğle namazını kıl ki, ne muradın varsa ona nâil olursun. Cehennemden kurtulmak istiyorsan bunu yerine getir. Zira mü’min kullar ondan âzad olsa gerek. İkindi namazını kılanlar da saadet ipine yapışmış olur.

Hakk’a ermenin yolu budur, her dem ona ermek emeli ile çırpınmalısın. Kul olan, Mâbûd-i Kerîm’ine kavuşmayı   dilemez mi ?

Akşam namazının farzı üçtür ki, onu eda ettiğinde senin dağ gibi günahını eritir. İyi ve salih amellerin mezar içinde sana mum ve meş’ale olsa gerek...

Ey arkadaş ! Her kim ki bu sözlerden almadı, beş vakit namazını kıladı, o kimse tam ve kâmil bir müslüman değildir ve Cehenneme girse gerek...

Görmez misin Allah’ın sevgilisi Cenâb-ı Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)’yı, senden beklemektedir vefâyı. Onun ümmeti elbette ona lâyık olmaya gayret göstermelidir. Çünkü ümmmet, o safâ denizini, o herkesin imdadına yetişen Mustafa’yı görse gerek.

Eğer gönlünde bir nebze din gayreti varsa nefsîn muradını verme, nefse tâbi olma... O deniz huylu Peygamber buyurdu ki : - En büyük cihad, kişinin öz nefsî ile cenkleşmesidir !...

Bu âşık Yûnus, Nebiyyi Ekrem’in üzerine aşk ile salât-ü selâm getirse gerektir...

Yûnus Emre, Kur’anı Kerimin yanı sıra, sünnet-i seniyye’ye tam anlamıyla uyan ve uyulmasını en beliğ (güzel ve noksansız) ifadelerle anlatan bir “fenafirresûl”dür. (kendi varlığını Hz. Peygamber (SAV)efendimizin varlığında yok edendir). Aynen “fenafillah”ta (kendi zatını , Allah’ın zat ve sefatında yok etmede) olduğu gibi.

Yûnus Emre bir “Hakk” aşıkıdır. Aşkların en yakıcısına tutulmuş, sadece aklı baştan alan değil, varını yoğunu, malını canını, özünü sözünü, bütün benliğini maşukunda (sevgilisinde), maşukunu kendinde, kendi özünde, kendi içinde, bir ve beraber kılan bir aşkın, “vahdet”in, tek olmanın, birde-birliğin esiridir.

 

Canını Işk Yoluna... (7)

Canını ışk yolına virmeyen âşık mıdur

Cehd eyleyüp ol dosta irmeyen âşık mıdur

 

Dost sevgüsin gönülde can-ıla berkitmeyen

Tûl-i emel defterin dürmeyen âşık mıdur

 

Işka tanışık sığmaz değme can göğe ağmaz

Pervâne-leyin, oda yanmayan âşık mıdur

 

Nefs dirliğinden geçüp ışk kadehinden içüp

Dost yolına irküben tutmayan âşık mıdur

 

Dün gün riyâzat çeküp halvetlerde diz çöküp

Sohbetlerde baş çatup yanmayan âşık mıdur

 

Yûnus imdi ol dostun cefâsına sabreyle

Yüreğine ışk okın urmayan âşık mıdur...

 

AÇIKLAMA : Cânını aşk yoluna vermeyene âşık denir mi ? Gayret kanadını açıp Sevgiliden yana uçmayana âşık denir mi ?

Sevgilinin muhabbetini gönülde can ipliği ile düğüm düğüm bağlamayana, nefsîn heva ve heves oluklarının can damarını kurutmayana âşık denir mi ?

Âşık öyle bir yanışla yanar ki, ona şahid gerekmez. Her can yücelikler alemi olan gökler ülkesine varamaz. Nur ve ışık etrafında durmadan dönen pervâneler gibi Sevgilinin hasret âteşiyle duman duman tütmeyene âşık denir mi ?

Nefs, insanın içinde kurulmuş amansız bir tuzaktır. Nefsînin tekmesini yiyen insan bir daha belini doğrultamaz. Nefis timsahı ilk önce sahibini helak eder. Onun ne yaman bir düşman olduğnu bilip bütün arzularından geçmeden, aşk kadehinden içmeden, dost yoluna erler gibi durmadan, âşık olunamaz. Nefs atına binip hevâ ve hevesat meydanına sürene âşık denir mi ?

Gece gündüz dünya nimetlerinden el çekmeden, bir dergâhta gönlü duru ve safa bakışlı Hak erenlerinin önünde diz çökmeden, canlara sohbet şerbetini sunmadan ve başı kesik bir mum gibi yanmadan âşıklık mı olur ?

Ey Yûnus, ey Yûnus ! Şimdi seni cemâlinin hasretiyle inleten Sevgilinin bu cefâsına sabreyle. Zira gönlüne aşkın okunu vurmayana âşık denmez.

 

O, islâmın özüne ulaşmıştır.

O, tasavvuf denizindedir.... ummandadır...

O, yaşadığı sürece Hakk’ı aramış, O’nu bulmuş, bizi de arı duru Türkçesi ile daima “Hakk” yoluna çağırmıştır.

O, gerçek yaşamı anladığı gibi, ölümün sırrını da keşfedip, bunun “Allaha kavuşmak” olduğu bilincine de erişmiştir.

 

Âşık Ölmez (8)

Ko ölüm endîşesin âşık ölmez bâkıdür

Ölüm âşıkun nesi çün nûr-ı İlâhîdür

 

Ölmekden ne korkarsın çünki Hakk’a yararsın

Bil ki ebedî varsın bu söz fâsid da’vîdür

 

Nazar kıl bu gevhere bu gizlü gence nûra

Nur kaçan yayı vara kendü nazar-gâhıdur

 

 

“Kâlu belâ” dinmedin kadimde bile-yidük

Key anlagıl neydüğin bilişlik kandağıdur

 

Ezelî biliş idük birliğe yitiş idük

Biz bir uçarkuş idük vücud can bucağıdur

 

Yatlık yokdur bilene irllik tuta-gelene

Bilelik soylayana vuslat yolı kavidür

 

Hükmi revan mülkine işini kendü bile

Çün iş geldi hâsıla bu mülk varlık evidür

 

Yûnus beşaret sana gel dirlek dostdan yana

Ol kimseyi ol ana küllü yerci’ aslıdur...

 

AÇIKLAMA  : Ey ölümden korkup duran, şu ölüm endişesini bırak. Çünkü âşık ölmez... Ölüm âşık için nedir ki ? Bir ilâhî nurdur. Âşık beka âlemine adımını atar atmaz Sevgiliye kavuşacaktır.

Ey inleyip sızlayan adam ! Ölümden korkma. Ölüm yokluk değildir, sen yüce dostun yanına gidiyorsun; ölmek, ancak sözü özüne yumayan fâsidlerin korkacağı bir şeydir.

Sen hele şu inciye bir bak, gizli nurları bir gör. Bu nurda yitmek, kaybolmak da yok. Çünkü bu nûr ebedî dirliğin nişanıdır ve bakış kapısıdır...

Elest bezminde (yâni ruhlarımız yaratıldığı anda ve Allah’ın “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunda ve bizim de evet diye cevap verdiğimiz demde) beraber idik. Artık nasıl bir varlık olduğunu anla. Ebedilik ırmağının suyundan içtik de birliğe erdik. Biz sanki bir uçan kuş gibiyiz. Geldik vücud memleketimize can verildi; vücud, canın bir müddet için konacağı yuvası oldu. Bunu bilene yabancılık olur mu ? Dostdan geldik, yolumuz vuslat yoludur ve bu yol Sevgiliye götüren saâdet çizgisidir.

Ey gönlü yanan Yûnus! Müjdeler olsun sana ki, gel Sevgiliden yanan Yûnus! Müjdeler olsun sana ki, gel Sevgiliden yana diye seni çağıracaklar. Bilmez misin ki her şey aslına döner...

İşin en önemli tarafına gelince:

Onda bulduğumuz bütün mükemmelliklerin ve yüceliklerin yanısıra, Türk diline olan yakınlığı ve en namüsait (uygun olmayan, zor) ortamda Türkçeyi yaşatma yolunda gösterdiği azim, gayret ve cesarettir.

“Yûnus Emre ozan değildir” görüşümüz gibi, şair demek istemediğimizi de biraz yukarıda belirtmiştik.

Niçin değil?... cevabı veriyorum:

Yasin s ûresi 69. Ayet: “ve ma allemnahuşşığra”= Biz ona şiir öğretmedik; “ve ma yenbeğıleh” =(hem o, yani şiir) ona yaraşmaz da.”

Şuara Süresi 224. Ayet:

“Veşşua’raü=şairler ise, “yettebiu’hümül ğâu-n”= dalalete (Allaha isyan yoluna) yönelmiş olanlar

Devam ediyoruz:

Yusuf Kandehlevi’nin “Hayat’üs-Sahabe isimli eserinde (9) “şiirin, edebiyatın hitabetin zirvede olduğu bir dönemde, Allah tarafından bütün insanlığa son peygamber olarak, ebedi bir mucize Kur’an-ı Kerim ile gönderilen Rasûl-ü zişan efendimiz, Arabın ve Arap olmayanların edebi mahsullerini gölgede bıraktı. Çarşıda pazarda, panayırda, Kâ’be’nin çevresinde kendisini dinliyen insanlar, onun Peygamberliğine inanmasalar “İslâm Dinîni , kabul etmeseler bile, bu büyük insanın konuşmalarını sonuna kadar dinliyor, hayretlerini ifade etmekten kendilerini alkoyamıyorlardı.

O, getirdiği tebliğe memur olduğu, İslâm dinînin kelimelerle ifade edilemeyen esaslarını, ruhunu, özünü anlatırken, adeta,Arap’a hitabet örneği veriyordu. Buyurdukları gibi, Arap’ın, Kureyşin en selis(düzgün ve akıcı) konuşanıydı.

Tecridi-i Sarih tercümesinde: (10)

“Kavm-i Arap, güzel söze iptila (tutkunluk)derecesinde meclub (aşık bağlanmış) oldukları için bir kabilede iyi bir şairin yetişmesi, o kabile için en büyük kudret aracı ve önemli hiciv (yerme kötüleme) silahı idi.

“Şâir-i Resülû’llah salla’llâhu aleyli ve sellem, lâkablı, Hassân bin Sabit, mescidde, onun için kurdurulmuş bulunan bir minberde, küffarı hicv’ederdi. Yani, Resulullah efendimiz, şiire, Hicv’e bir taraftan İslâmın düşmanlarına karşı söylenmesine izin verirken daha çok kötü söz ve söğme tarzındaki kötü şiir için de:

“Birinizin içi irin ile dolup harâp olması, onun hakkında, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır” buyurmuşlardır. (11)

Ayni eserde 596. Hadis’te de (12) yukarıdaki 283. Hadis kuvvetlendirilmiştir. Yine ayni eserde, 2005 Numaralı hadis: (13)

“Şiirden bir kısmı şüphesiz ki hikmettir.” Buyurmuşlardır.

Bu bilgilerin ışığı altında, Yûnus Emre’yi, sadece ahenkli lâflar düzen biri , Kur’an ve Hadislerin hor gördüğü, dalâlete yönelmiş tarifindeki şair değil “şiirsel ifadelerle hikmetler sunan bir Veli” şeklinde göstermemizi doğru bulacağınızı ümidediyorum.

Yûnus’u yalnızca okumak değil, anlamak, onu gerçek yönüyle tanımak zorundayız. Bu bakımdan da size sunduğumuz bu kitapta, fazlalık gibi görülse bile bazı konulara zorunlu olarak değineceğim.

Tasavufu bilmeden, Yûnus Emre’yi anlayabileceğimizi iddiaya kalkışmak “abesle iştiğal” yani boş şeylerle uğraşmak olur.

 

O halde, tasavufa gireceğiz.

Yûnus Emre’yi Yûnus Emre yapan “İlâhi Aşk”dır diyoruz. Tasavuftan geçilen yollarda mürşit’siz, kılavuzsuz kaybolup gitmek te var, yani “Mürşit, gerek:

O vakit Kur’andan Peygamberimizden başlayıp, Selmanı Farisi , Arslan Bab, Ahmet Yesevi , Şeyh Sinan baba, Taptuk Emreye kadar bir dizi mürşid, ışık huzmesi, nur kaynağı yolumuzu aydınlatırsa, Yûnus Emre’mize daha gerçekçi bir tutum ve daha kestirme bir yoldan ulaşma şansını yakalayabiliriz.Ana konumuz “Türk dili, Türkçe”olduğuna göre “dil üzerinde, din üzerinde, Türklük üzerinde de durmadan “Yûnus Emre”ye yaklaşmamız olanaksızdır. Bunları da kısaltabildiğimiz kadarla sizlere sunacağım.